Hani eskiden kütüphane kapılarını aşındırırdık. 

Yüksek tavanlı salonuna girer, bir kenarındaki dolaba yönelir, yazar adına göre ya da kitap adına göre sıralanmış yirmi santimetrekarelik çekmecelere hızla bakar, istediğimiz kitabı bulur, kütüphane görevlisine numarasını söyler, merakla raflardan indirmesini beklerdik. İstediğimiz kitabı bizden önce birisi almışsa bir burukluk duyar, beş-on gün o kitabın iade edilmesini beklerken başka bir kitapla oyalanırdık.

Eğer istediğimiz kitap raflarda varsa heyecanlanırdık. Kütüphane görevlisi istediğimiz o kitabı indirip, tarih kaşesini basıp elimize verdiği anda mal bulmuş mağribi gibi sevinir, hemen o kocaman kayıt defterine adımızı, soyadımızı, kitap adını, yazarını, iade tarihini ve kayıt numarasını yazar, imzalar, sabırsız adımlarla eve gelir, kitabın kapağını açar, yeni bir dünya keşfedermişçesine okumaya başlardık. Bazen de eve gidecek kadar bile sabredemez, o upuzun masaya oturur, genzimizi yakan acı ve tozlu kitap kokularına aldırmadan şöyle bir karıştırır okumaya başlardık. Bir de kapağında resim varsa… Değmeyin keyfimize… Kapaktaki renkli resmi, sanki içeriğinin özet resmiymiş gibi algılar, her çizgisinden, her renkten bir anlam çıkarırdık. O zamanlar kütüphane kitaplarının yüzde doksan dokuzu ciltli olurdu. Kapakları koyu yeşil, koyu mavi, vişneçürüğü veya siyah renklerde, sert bir karton üzerine yapıştırılmış plastik bir yüzle kaplanıp, ciltlenmiş kitaplar.
Ciltsiz ve kapağı resimli kitapları herkese vermezdi kütüphane görevlisi. Herhalde ciltsiz olduğu için çabuk yıpranır diye vermiyordu. Bunu bilirdik, isteyemezdik. Bir gün o resimli kapakları olan kitapların bulunduğu tavana kadar uzanan rafın önünde durup üst raflardaki kitaplara baktım. Onları okumak istiyordum. Kendi kendime, “Madem vermeyecekler, neden gösteriyorlar? Kaldırsınlar o zaman” diye söylendim. Biraz da büyümeye başlamıştım. Orta üç’e gidiyordum ve o kitapları artık almaya hak kazanmışım gibi hissediyordum kendimi. Aldığım kitaplara zarar vermeden iade etmem de bir referans olmalı diye düşünüyordum. O kapağı resimli, boyalı kitapları okumam için bana vermeliydiler. Hak ediyordum kendimce… Görevliye gidip, “Şu raftaki kitaplardan istiyorum” dedim. Okuduğu kitaptan kafasını kaldırmadan, gözlüklerinin üzerinden baktı. “Onlar verilmiyor” dedi. Israr ettim, “Ben okumak istiyorum. Aldığım kitaplara hiç zarar verdim mi şimdiye kadar” dedim. Görevli, “Söyle bakalım hangisini istiyorsun” dedi. “En yukarılarda Mazurka yazanını istiyorum” dedim. Aslında kitap hakkında hiçbir bilgim yoktu. Hiç kimseden adını bile duymamıştım.
Görevli okuduğu kitabın arasına kalemini ayraç olarak yerleştirdi. Gözlüğünü çıkardı. Ayağa kalktı. Anlamıştım vereceğini. Kalbim hızla çarpmaya başladı. “Ya fikir değiştirir vermezse…”
Kitabı vermişti. Elimden alacaklarmış gibi hemen kütüphane defterine kaydedip hızla uzaklaştım. Eve gelip okumaya başladığım zaman diğer kitaplardan hiçbir farkı olmadığını, hatta Çalıkuşu kadar bile güzel olmadığını gördüm. O zaman anladım, ciltsiz olduğu için vermediklerini. Hani yasak olan merak uyandırır ya… O hâl işte.


Şimdilerde kütüphanelere bakıyorum, tek tük ya da bomboş. Ama sınava yakın yer bulamazsınız.  Onun sebebi de sessiz ortamda sınava hazırlanmak için. Hepsinin önünde birer test kitabı. Benim çocukken müdavimi olduğum kütüphane ise beş-altı yıl önce gittiğimde içler acısıydı. O dolup taşan, küçük ama zengin kütüphane bomboş. Duvarlarından örümcekler sarkmış, ortalıklarda açılmamış kitap kolileri, baca kısmı tütmesin diye borusu hamurla duvara eklemlenmiş, çirkin görüntülü bir soba… 

Tek memur olan görevliye, “Bu ne hâl” diye soruyorum, “Böyle…” diyor, anlattıkları içler acısı. Kayıt defterine bakıyorum; hâlâ aynı yerinde duruyor. Seviniyorum. Tarihe bakıyorum. Uzun zaman önce bir kitap alınmış. Sonrasında kayıt yok. Gayriihtiyari geriye doğru sayfaları çeviriyorum. Çok fazla sayfa çevirmeden, kendi adımı görüyorum. “Aynı defter… Değiştirmemişler” diyorum içimden. Çocukluğumu yakalıyorum sanki o sayfalarda. Diğer taraftan üzülüyorum. Otuz-kırk yıl geçtiği halde bizim birkaç ayda doldurduğumuz sayfa kadar sayfa doldurulmamış yani kitap alışverişi olmamış. Kafamı kaldırıp kitaplara bakıyorum. Onlar ağlıyor ben ağlıyorum için için. Hepsi terkedilmiş, kapısı çalınmayan ihtiyarlar gibi gözü yaşlı bekleşip duruyorlar. Oysa bizim zamanımızda her biri mağrur mu mağrur, içinde muhteşem güzellikleri, hazineleri saklayan, yüksek bahçe duvarlarıyla içini sırlayan gizemli birer saraydılar. Şimdi yıkık dökük bir harabe olmuşlar. İçim yandı, acıdı. Kim bilir kaç on, yüz, bin kütüphane bu durumda.
Ey Google hazretleri! Ey katleden katil!  Sana ne diyeyim bilmem ki…   
 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.