Melâhat Kıyak Ürkmez

    Belki de hayatın sadece kelimelerde vicdanı vardı. Rus askerleri kelimelerle birlikte Rüstem’i de sürgün etmişti. Tiflis’e oradan da Bişkek’e savrulan üçüncü bir sürgün... Gönlü, Korkut Ana’nın çakmak çakmak yanan gözbebeklerinin mavi ışıklarında asılı kalarak gitmişti. Kendileri sürgün, aşkları bir başka sürgün… Hiç kimse bilmiyordu Korkut Ana’nın da gizliden gizliye Rüstem’i sevdiğini.
Rüstem bile hiç anlamamıştı. Saklamıştı Korkut Ana duygularını, ar edinmişti kendisine, yakıştıramamıştı sevdalanmayı ama sevda bu lâf anlar mı? Kimseye söylemese de o sessiz sevdayı hep yaşatmıştı içinde, küllenmemecesine… O, Rüstem’in aşkına âşık olmuştu.
Sürgünlerle savrulan aşk gönlünde bilenmiş, her zerresiyle ığıl ığıl büyümüştü. Suskun bir düş gibi, sessiz bir çağıltı gibi… Yüreği çığlıklar atsa da hep susmuş, bu çığlıkları kimselere duyurmamıştı.

    Ahıskalıların Korkut Ana’sı olmak kolay değildi. Bu pâye durup dururken kendisine verilmemişti. Yüzlerce çocuğa öğretmenlik yapmıştı. Türkçe konuşmanın yasak olmasına, Kur’an okumayı öğretmenin ölümle cezalandırılmasına rağmen bildiklerini gizli gizli öğretmişti tüm çocuklara. Ahıskalıların Türklüklerini unutmalarına, kanlarındaki ateşin sönmesine asla izin vermek istemiyordu. Her cümlesi çevresindekilerin ruh ateşini alevlendiriyor, duygularını kaynatıyordu. Çocuklara bayrak aşkını anlatırken, göğsünde sakladığı ay-yıldızlı al bayrağı sanki incitmekten korkar gibi özenle çıkarır, öper, koklar, alnına koyar, coşarak, çağlayarak konuşmaya başlardı;

    “Bayrağın tadını bilmek istersen, gurbetin aşından yemen gerek. Türk düşmanlarının ellerinde ne zulümler gördük, yine de bayrağımızın adını unutmadık, içimizde hıfzettik. Türklüğümüzü yitirmedik. Siz de yitirmeyesiniz. Bir millet dilini, dinini, örf ve adetlerini unutursa gelecekte yollarını bulamazlar. Maziden kopan bir milletin kültürü köksüz ağaca yahut temelsiz duvara benzer. On altı Türk Devletinin kökünü törelerimiz oluşturmuştur. Oğuz töresi feyz aldığımız kaynağımızdır. Köklerimizi unutmayasınız. Türk milleti tarih boyunca yüce bir millet olarak kaldı. Eline kılıç, kılıcın yanına da kalem yakıştı. Biz Türk’üz, bu adın vurgunuyuz, Türk dünyasının, Al Bayrağın sevdalısıyız” diye kükrerken kendinden geçer, yaralı bir aslan gibi haykırırdı.

    Ahıskalıların efsane Korkut Anası ve diğer Ahıskalılar gün geldi. Rus politikasının entrikaları sonucu, evlerini barklarını, her şeylerini bırakarak, apar topar otobüslere binip Türkiye’ye kaçmak zorunda bırakıldılar. Korkut Ana da Ahıskalılarla birlikte yollara düşmüştü.

    Otobüs Ahıska topraklarından geçerken Korkut Ana oturduğu yerden fırlayıp, kollarını Albatrosun kanatları gibi açmıştı, “Ahıskam! Ahıskam! Ahıskam benim! On değil, yüz değil, bin yıl geçse de, düşman kılıcını üstüme çekse de, binlerce cana kastetse de, yadlar zeher olup beni kahretse de, varımı yoğumu, yurdumu alsa da, alamaz kalbimdeki seven aşkımı, alamaz göğsümdeki Al Bayrağımı, değişmem cihana yüce adını

    Kahramanlık, bilgelik, vatan aşkı bir anaya bu kadar yakışabilirdi. Yıllarca hasretiyle yandığı Ahıskayı doya doya seyredememişti bile. Düşman elindeki Ahıska’ya hüzünle bakıyordu,otobüsün camından.
Bu fakir ah eder, kanlı yaş döker
 Esirdir Ahıskam boynunu büker
 Nice diyem bahtın kara yazılmış

diye maniler okuyordu. Ahıska topraklarından uzaklaşırken çok fazla acı çekiyordu. Ahıska’yı ilk çocukluk aşkı gibi saf, tertemiz, dokunulmaz duygu ve hayallerle besleyip büyütmüştü gönlünde. Düşman elinde olsa da, doya doya seyredememiş olsa da Ahıska ile gönlü arasında kıydığı nikah hiç feshedilemeyecek, ezeli ve ebedi olarak yaşayacaktı içinde…

Türkiye sınırına geldikleri zaman dalgalanan ay-yıldızlı Al Bayrağı görünce olanlar olmuştu.

    Bitmeyen sevda nihayetlenmişti. Gönlünde bir ömür boyu Semerkand’dan Ahıskaya, Ahıska’dan Türkiye’ye asma köprüler kurulmuştu hep. Gergef işleyen bir kadının nihayetsiz sabrıyla, yorgun ümitlerle beklediği, sürgün acısıyla içselleştirdiği ve artık seraplaştığına inanmaya başladığı imkansız hasreti tam karşısındaydı. Kalbine takılı duran esaret kelepçesi parçalanmış, üzerine tüneyen kuşlar azade olup Türkiye sınırından içeriye girmişti. Asırlık hasretin heyecanıyla nutku tutulan Korkut Ana, zindandan yeni çıkmış bir mahpusun kamaşık gözleri gibi gözlerini kısarak şanlı şanlı dalgalanan Türk Bayrağını seyretti bir süre. Ayağa fırlayamadı, coşup maniler okuyamadı. Yığılır gibi oturduğu otobüsün ön koltuğunda gözlerini al bayraktan ayırmadan kollarını son bir gayretle Türkiye’yi kucaklamak ister gibi uzattı. Kolları uzandıkça uzandı ve halsiz yanlarına düştü. Gülen gözleri daha bir gülüyordu. Yüzü beyaz bir gül zerafetinde soluvermişti. Sözcüklerin bile nefesine yük geldiği görülüyordu. Son sözleri fısıltı gibi döküldü dudaklarından, “Dalgalanışın ne de şanlıymış. Türkiye’m ne de güzelmişsin” dedi, şahadet getirerek sustu. Açık gözlerini sıvazlayıp kapattılar. Kalbi bu büyük heyecana dayanamamıştı.

    Göğsünde hep sakladığı Türk Bayrağını son kez çıkarıp yüzüne örttüler. Soğuk bir Kasım gecesinde, ak kundakta başlayan sürgün hayat, ata topraklarına doğru koşturarak gelip, bir tevhid güzelliğinde nâbud olup, ak kefende son bulmuştu. 



Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.