Asıl derin dincilerden endişeliyim

13 Şubat 2013 Çarşamba 09:24
Asıl derin dincilerden endişeliyim






Röportaj: Selvigül KANDOĞMUŞ ŞAHİN  AYŞE ŞENER: Acılar, bize daha sabırlı olmamızı öğretti… Geçmiş muhayyilemizde derin izler bırakır. Geçmişimizle, bu günlerimizi, yarınlarımızı inşa ederiz. Geçip giden dünya hayatını anlamlandırmaya, kendi öz değerlerimizi yitirmeden hak ve hakikat yolcusu olmaya doğru adım alırız. Toplumsal anlamda, kendi coğrafyamızda yaşanan tüm siyasi, politik, askeri süreçler bireylerin yaşantılarına büyük etkiler yapar. 28 Şubat  “post modern darbe” süreci de, eğitimcisiyle, entelektüeliyle, sıradan insanıyla bu ülkede yaşaya ve inancını korumaktan başka bir “suçu” olmayan Müslümanlara travmatik sancılar ve haksızlıklar yaşatmıştır.  Ayşe Şener, Konya’da doğup büyümüş, âlim bir babanın kızı olarak kendi isteğiyle ilahiyat eğitimi almış, önce Kuran öğrencisi olan, sonra Kuran-ı anlatmak için belde belde dolaşan, İslam’ı anlatma ve yaşatma noktasında eşsiz çalışmalar yapan ender şahsiyetlerden biri. 28 Şubat sürecinde, hiçbir şekilde geçerliliği olmayan bahanelerle haksızlıklara uğramış, bu süreci iman ettiği ve sıkı sıkıya sarıldığı yegâne  Kitab’a bağlılığıyla aşmaya çalışmış Ayşe Hoca.  Kendisiyle yaşadığı bu süreçle alakalı bir söyleşi gerçekleştirdik. Geçmişte yaşadığımız bazı olaylar, haksızlıklar, zulümler, bu günlerimize ibretlik vesikalar halinde dipnot vazifesi yapar.  Siz o günleri, yaşanan süreci nasıl hatırlıyorsunuz. Muhayyilenizde kalanlar nelerdir diye sorsam neler söylersiniz? Kitab’a âşıktım. Hayatın en iyi anlamının bu Kitap’ta olduğuna ilk gençlik yıllarımda inanmıştım. Onun anlaşılmasına bağlıyordum gerçek bir kurtuluşu. İdealist bir gençtim. Her sabah dua ederdim, sıradan biri olmamak için. Sıradanlık; anlamsızlıktı benim için. Hayatın Allah ile birlikte bir anlamı olduğuna ve insanın hayatına ışık tutacak tüm hakikatin bu Kitap’tan çıkarılabileceğine inanmıştım. Ve sadece buna olan inancımdan gecelerimi derinleşmeye, gündüzlerimi de derinlerde bulduklarımı ulaşabildiğim kadarıyla, ‘hakikat; herkese ait bir hazinedir’ düşüncesiyle çevremdekilere anlatmaya çalışıyordum.  Buydu suçum. Gece yarısı çocuklarım derin uykularda iken, evime, bana bir terörist muamelesi yapılarak girildi. Talan edildi evim. Kitaplarımı alelade bir çuvala doldururkenki seçimleri bile komik ve inciticiydi. Seçerken mesela yazarın soyadı Şeriati iken, onlar soyadı olduğunu düşünemiyor ve şeriat kelimesinden dolayı o kitabı suç delili olarak götürmeleri gerektiğine inanıyorlardı. Uyardımsa da“olsun olsun” diyerek çuvallarına basıyorlardı. Yazmaya da düşkün olduğum için on yılı aşkın emeğimi yansıtan defterlerim vardı. Onları da aldılar. O dönemde neyin suç sayılabileceğinden emin olmadığımız, çok endişeligünler yaşıyorduk zaten. Tedirgindik. O yüzden arkadaşlarımızdan bazıları, kitapları ve defterleri bahçelerine, seralarına saklamışlardı. Bir de fakültenin resmi ders kitaplarını moloz atar gibi attıklarını görünce uyarmıştım onları. “Onlar” demiştim, “fakültenin resmi ders kitapları. Yani suç unsuru olamaz” Hayatın Allah ile birlikte bir anlamı olduğuna ve insanın hayatına ışık tutacak tüm hakikatin bu Kitap’tan çıkarılabileceğine inanmıştım. Ve sadece buna olan inancımdan gecelerimi derinleşmeye, gündüzlerimi de derinlerde bulduklarımı ulaşabildiğim kadarıyla,  ‘hakikat; herkese ait bir  hazinedir’ düşüncesiyle çevremdekilere anlatmaya  çalışıyordum. Buydu suçum. 28 ŞUBAT BİTTİ Mİ? Eşimi götürmüşlerdi ilk gece. Oldukça uzağa, bilinmeyen bir yere götürülmüş ve deniz kıyısında soyularak, soğuk deniz sularıyla taciz etmişlerdi. Ertesi gün de beni götürdüler. Götürürken kişisel düşmanlığını tatmin etmek isteyen bir kadın polisin, onurumu zedeleyecek bir iğrençlikle yaptığı muameleyi unutmuyorum. Hukuksuzluktur, ilahi hukuku acilen çağıran. Bedduanın ne demek olduğunu ben o sırada öğrenmiştim.  -Eğitimcisiniz, İslam’ı anlatmak gibi bir adanmışlığınız var. Aynı zamanda annesiniz. Siz evlatlarınızdan ayrılırken neler yaşadınız? Bir anne ve kadın olarak, kutsallarınıza ve mahremiyetinize müdahaleler yaşadınız mı?  Hayatı çok ciddiye almaktan kaynaklı, bunun ruha verdiği bir keyfiyet olarak hemen pek çok şeyde neşe de yakalayabildiğimi düşünüyorum. Bu nedenle o acı günlerde, evde emzikli çocuğumu ve diğer üç küçük yavrumu  bırakıp karakola götürüldüğümde, ilk olarak Ege ninelerinin söylediği ağızla “başlara gelenlere!” dediğimde, bağlıydı gözlerim; açık gözlerin yanında… Dört günü aşkın gözaltı. Uykusuzluk. Çapraz sorgulamalar. Karakola gelip giden, geldiğinde karakolda adeta terör estiren, gittiklerinde jandarmanın arkalarından konuştuğu birileri vardı. Onlar geldiğinde karakoldaki jandarmaların hükmü kalmıyordu. Onlar gittiğinde ilçenin jandarmaları benden özür diliyorlardı. Ve sürekli beddua etmemem için adeta yalvarıyorlardı. Albaylardan biri bana “Ayşe hanım siz en iyisi sadece yazın. Düşüncelerinizi sadece yazarak ifade edin. Size karşı bizim kötü bir niyetimiz yok” diyordu. Elime bir kâğıt mendil geçtiğinde gayri ihtiyarı şunları yazmıştım: “Önce mimlendik. Sonra fişlendik. Şişlenmesek bari.” Doğrusu, salt toplumsal duyarlılık ve iyilik duygularıyla, hiçbir karşılık gözetmeksizin toplumunuzu bilgilendirmeye, bilinçlendirmeye çalışmanızın karşılığının bu olması, bir insana üzülme ve ağlama eşiğini atlatan komik bir durumdu. İyi hatırlıyorum. Olabildiğince tarafsız bakıyorduk etrafımızda olanlara. Oysa biz sadece ‘daha iyi nasıl olabiliriz’in derdine düşmüş ve kendini yetiştirmeye çalışan insanlardık. Çıkarsızdık. Tek amacımız Allah ile birlikte muhabbet etmek ve hayatı anlamlı yaşamaktı. Kuran’ın hayatı anlamlandıran gerçek yegâne Kitap olduğuna inanmış insanlardık. Hayatımızı bencilce yaşamamamız gerektiğini, öğrendiğimiz her hakikatli cümleyi muhakkak çevremizle paylaşmamız gerektiğini söyleyen ve bizi topluma yönlendiren Kitabın kendisiydi. Fakat bu durum, günün birinde suç oldu. Antalya sahillerinde, sıcak yaz günlerinde bile büyük bir sevgiyle ve özveriyle, bir cümle daha öğrenebilir miyiz, öğretebilir miyiz derken, bunun bizi adi bir suçlu gibi evimizden alınıp götürülmemize neden olabileceğini gerçekten bilemezdik. Benim muhayyilemde bu olayı bize yaşatanların pek çoğunun bilinçsiz birer “emirkulu” oldukları düşüncesi var. -Sistemin varlığını sürdürmek için; halkını travmatik sancılara sürükleyerek, bireysel özgürlükler noktasında kısıtlamalar getirmesi, kutsallarına el uzatmasıyla oluşan süreçte, tebliğciliğiniz ve eğitimciliğiniz noktasında  neler yaşadınız?  Bir sistem kendine, adaletine inanmıyorsa, varlığının devamından endişe içinde ise ve kimi çıkar çevrelerinin elinde ise, elbette bilinçli bir halkı istemeyecektir. Halkı bilinçlendirenlere de “Siz ne iyi yapıyorsunuz. Aslında bizim görevimiz olanı siz hem de karşılık gözetmeksizin yapıyorsunuz” demeyecek ve ödüllendirmeyecektir. Oysa biz sadece ‘daha iyi nasıl olabiliriz’in derdine düşmüş ve kendini yetiştirmeye çalışan insanlardık.  O gün yaptığı gibi cezalandıracak ve haddini bildirecektir. Sekteye uğradım mı? Hayır. Kitap bu konuda da bilinçlendirmişti. Kuran, salt iyiliği ve güzelliği öğütlediği ve halkı bilinçlendirdiği için, başına gelmedik kalmayan elçi örnekleriyle doluydu. Oraya buraya saldıran, özgürlük nedir, saygı nedir, dünyayı, ülkeyi birlik içinde paylaşmak nedir, muhabbet nedir, hakikat nedir, hikmet nedir… Bunları bilmeyen bir topluluğun baskı ve şiddetle üstüme gelmesi karşısında tenezzülüm yoktu. Ben tepkisel olarak bağlanmadım Kitabıma. Kimse kılını kıpırdatmasa da, benim tüylerimi her dingin anımda bile ürperten ayetlerim vardı. Sayısızdılar nitelik ve anlam yoğunluğu bakımından. İçtiğimde ırmakları içmiş gibi olurdum. Acılar, yöntem konusunda deneyimlerimizi artırdı. Kendimiz gibi düşünmeyen ve yaşamayanlara karşı hıncımızı değil, daha sabırlı olmamızı öğretti. Kendisinden farklı olanlara saygısızlığın ne de çirkin bir tutum olduğunu; tevhide inansın inanmasın, insanlarla birlikte yaşamanın nelere mal olduğunu da öğretti.  -Bu kısıtlama ve özel hayata müdahale sonucunda gözaltına alındığınızda, yaşanan süreçte, bu topraklarda yetişmiş âlim bir babanın kızı olarak, o günlere dönecek olsak kendi  evinizde, kendi yurdunuzda özgürlüğünüzün kısıtlanması nasıl duygular yaşattı size? Bir şeyler yapıyorum duygusunu yaşadığımı inkâr edemem. Serde gençlik de var tabi o yıllarda. Fakat babacığımın şu sözünü unutamam: “Kızım ben sana aşırıya gitme demedim mi?” Hâlbuki ben, bana öğrettiği o aşkınlığı layığınca yaşayamadığımı düşünüyordum. Babamın ve annemin ağlamasına, bir de küçüklerimin yaşadıkları psikolojik sızılara dayanmam güç olmuştu. Gözaltı süresince çocuğumu emzirmem için jandarmaların kolları arasında evime götürülüp getirilmem beni incitmişti. Bebeğim ondan hiç ayrılmadığım için bu ayrılığı anlayamıyordu. Sonraları emdirmeye gitmemekte direndim. Fakat oradaki askerler o kadar merhametliydiler ki, beni zorla göndermişlerdi. Son olarak, 28 Şubat sürecinde; “bin yıl sürecek” gibi bir ifade kullanıldı. Birkaç gün önce 28 Şubat Belgeselini yapan Mehmet Ali Birand da vefat etti. Yani ölümlü bir dünyada yaşıyoruz. Herşey fani. Baki olanı biliyor ve kavi bir imanla ona yöneliyoruz. Tüm bunları göz önünde bulundurarak soracak olsam, o günlerden bu günlere geldiğimizde, sizce hayatımızda değişen değerler nelerdir?  -Mezkûr süreçte yaşadıklarınız bu günlerinize nasıl yansıdı?  Şimdi artık çok fazla bir önem atfetmiyorum. Doğal bir afet gibi artık benim için. Sadece şunun öğrenilmesi gerekiyor. Herkesin yolu, hayatı kendisine. Kimse kimsenin yoluna durmamalı. Mekândan zaten gidecek olan iki çocuğun, dünya sokağından kendi çıkarları ve oyunları için diğerine sürekli “git! “ demesi kadar basitleştiriyoruz güzelim hayatı. Ömür noktalandığında yaşadıklarımızın sonuçlarından yeni bir yaşam çıkaracağız oysa. Değmez. Deneyimimiz sayabileceğimiz dünya hayatını yanılgı içinde yaşamaya değmez. Fakat ne desem boş biliyorum. Çıkarına tapınanlar dünyaya kulluklarını sergilerken, muhakkak incitecekler, baskı ve şiddete yöneleceklerdir. Bu böyle. Değişmez. Değişmesi için çaba harcama aşkımızı da değiştiremez ama. Ben asıl, güç el değiştirdiğinde,başka düşüncelere ve inançlara bir başka “28 Şubat” yaşatmamamız gerektiğini düşünüyorum. Çünkü ben inancımdan ve bu yaşam biçiminin benim için ideal olmasından yana en ufak bir endişe taşımıyorum. Defalarca “28 Şubat”lar yaşasam bile, bu eminliğim aynı kalacak. Bundan kuşkum yok. Benim kaygım zamanında haksızlığa uğramış olanların, aynı haksızlığı başkalarına yapmalarıdır. Gücün güçsüzlüğüdür çünkü haksızlık. Sınavını kaybetmesidir. Bir de, inananlar olarak bizlerin, kendi aramızdaki görüş ayrılıklarına karşı bile tam olarak saygılı ve hoşgörülü olmayı başaramadığımızı düşündüğümü ifade etmek isterim. Asıl bizim, Müslümanların kendi aralarındaki din komutanları, yargıçları, birbirilerinin dinlerinin başlarını bekleyen ve tek tipçi, grupçu, tıpatıp aynıcı kolluk kuvvetlerinin yaşatmaya çalıştığı “28 Şubat”lar var. Ben en çok kendi din algısını, tek algı olarak gören ve bunu diğerlerine dayatan, dünyevi nimetleri paylaşamadığı gibi, uhrevi olanı, cennetini bile paylaşamayan “çalışma gruplarından”, “derin dinci” lerden endişeliyim. Ben asıl, güç el değiştirdiğinde, başka düşüncelere ve inançlara bir başka “28 Şubat” yaşatmamamız gerektiğini düşünüyorum. Gücün güçsüzlüğüdür çünkü haksızlık. Sınavını kaybetmesidir. Özgün İrade'de yayınlanmıştır. 
Yorumlar
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.