Bazı insanlar farklı yaşar, farklı ölür ve ebediyen anılırlar. Kimilerine bir kâbus gibi gelen ölüm bile onların dillerinde şekerden daha tatlı bir şerbete dönüşür, onları dinleyenler ölümü özleyişlerine, ölümü güzelleştirişlerine gıptayla, iç geçirerek bakarlar.
Hz.Mevlâna, hayatının son günlerinde hasta yatarken, Şeyh Sadreddin-i Konevî dervişleriyle birlikte geçmiş olsun demek için yanına gelir. Çok üzüldüğünü söyleyerek; “Allah, yakın zamanda şifâlar versin. Hastalık âhirette derecenizin yükselmesine sebep olur. İnşallah yakın zamanda tam bir sıhhat elde edersiniz. Hz. Mevlâna âlemlerin canıdır. O sağlıklı olmaya lâyıktır” diye temennilerde bulunur. Hz.Mevlâna, “Bundan sonra Allah sizlere şifâlar versin.  şık ile mâşuk arasında çok ince, zardan bir gömlek kaldı. Nurun, nura kavuşmasını istemez misiniz?” der ve şu gazeli söyler;
Sen ne bilirsin ki ben iç âlemimde nasıl bir padişahla oturmaktayım. Sen benim sararmış yüzüme bakma. Benim demir gibi sağlam ayaklarım var.
Ben yüzümü, beni yaratan ve bu dünyaya getiren o padişaha tamamıyla çevirmişim. Beni yarattığından ötürü ona binlerce şükrüm var. Ben bazen güneşe; bazen içi incilerle dolu denize benziyorum. Dıştan topraktan yaratılmış, değersiz bir varlık gibi görünüyorsam da iç yüzümle en aziz, en şerefli bir mahlûkum.
Şu dünya köyünün içinde bir arı gibi vızıldar dururum. Fakat sen sadece benim bu sızlanmalarıma bakma. Benim balla dolu bir kovanım var. Şu çarkı döndüren su ne de korkunç! Fakat ben o suyun dolabıyım, o suyun üzerinde hoş, tatlı iniltilerle dönüp duruyorum.
Her cüz’üm açılmış. Neden solayım, perişan olayım? Altımdaki burak eyerlenmiş bekliyor, neden eşeğe kul olayım?

……..” der. Şeyh Sadreddin-i Konevî ağlayarak Mevlâna’nın yanından ayrılır. Sözlerinden dolayı Mevlâna’nın artık bu âlemden göç zamanının yaklaştığını, sevgiliye kavuşmasına az bir zaman kaldığını anlar.
Hz. Mevlâna yanında bulunanlara yine bir gazelle şöyle vasiyet eder;
Öldüğüm gün, tabutum yürüyünce, bende bu dünyanın gamı var, tasası var sanma; bu çeşit zanna düşme.
Bana ağlama, ‘Yazık, yazık! Vah, vah!’ deme. Şeytanın tuzağına düşersem, işte hayıflanmanın sırası o zamandır.
Cenazemi görünce ‘Elfirâk elfirâk!’ deme. O vakit, benim vuslat ve görüşme zamanımdır.
Beni kabre indirip bırakınca, sakın ‘Elvedâ elvedâ!’ deme; zirâ mezar cennetlere açılan perdedir.
Batmayı gördün ya, doğmayı da seyret. Güneşe ve aya batmadan ne ziyan gelir ki?..
Sana batma görünür amma aslında o, doğmadır, parlamadır. Mezar hapis gibi görünür amma o, cânın kurtuluşudur.
Hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumunda şüpheye düşüyorsun?
Hangi kova kuyuya salındı da dolu dolu çıkmadı? Can Yûsuf"u ne diye kuyuda feryâd etsin? Bu tarafta ağzını yumdun mu o tarafta aç. Zîra senin hay-huyun, mekânsızlık âleminin fezâsındadı
r”
17 Aralık 1273 Pazar günü güneş ağır ağır Takkeli Dağ’ın arkasına doğru süzülüyorken bu âleme veda eder. Akşam ezanıyla birlikte Konya yasa boğulur.
O ölmemiş, ebediyen yeniden doğmuştur.

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.