Belki de doğanın insanlara sunduğu tartışmasız, tek eşitliktir bir anneye sahip olmak. Tek bir kişi yoktur ki annesi olmamış, doğurulmamış olsun. Nedense bu eşitliğe inat bütün farklılıklar bebek doğar doğmaz başlar. Kimi anneler ölene kadar üzerinde titrer yavrusunun, kimi anneler de doğurduğu andan itibaren başından atacak yer arar, haklı veya haksız olarak…
Bundan yirmi, yirmi beş yıl kadar önce, bir yaz günü, öğle saatleriydi. Evimde ütü yapıyorum.  
İşimi bitirince beşinci kattaki komşumun kabul gününe gideceğim. Bir ara apartmanın içinden kalabalık sesler geldi. Kendi kendime, "Komşunun misafirleri erkenci galiba" diye düşündüm, bakmadım. Zira hanımların gezme saati bir buçuk-iki civarıdır. Sesler kesildi ama bir bebek ağlaması biteviye sürüyor. Hem ütü yapıyorum hem de bebeği ağlatan anneye söyleniyorum, "Neden ağlatıp duruyorsun?" diye. Bebek ağlaması devam ediyor. Ütünün fişini çektim. Gidip kapıyı açtım. Anneye, "Bebek neden ağlıyor, yapabileceğim bir şey var mı?" diye soracaktım.

Kapıyı açar açmaz bebek sesi kesildi. Kapıda kimse yok. Kapının eşiğindeki mermerin üzerinde siyah bir poşet duruyor. Öylece kaldım. Bir-iki saniye sonra siyah poşetin içinden bebek ağlaması sesi gelmeye başladı. İlk aklıma gelen şey, bomba olma ihtimaliydi. Gayri ihtiyari bir refleksle hemen içeriye girip kapıyı kapattım.

O yıllarda poşet ya da çanta içinde kapıya, araba bagajına, araba altlarına bomba konuyor hatta kargo-posta ile gönderilen paketten bomba ya da zarar verici bir şeyler çıkabiliyordu. Uğur Mumcu’nun da arabasına bomba konulup patlaması sonucu öldüğü yıllardı. Kapının içinde bir an ne yapacağımı bilemeden durdum. Kapıya bırakılmış bir bebek mi? Kapıya bırakılmış, bebek sesi kaydedilmiş teyp olan bir bomba mı? Kapıdan uzaklaştım. Pencereye koştum, her zaman kalabalık olan sokakta kimsecikler yok.

Telefonla eşimi arayıp durumu anlattım. "Kapıyı açma, hemen geliyorum" dedi. Kapıyı açmayacağım ama bebek ağlaması insanın içini parçalayacak şekilde, çığlık çığlığa... Kapının dışında bebek eti koparılmış gibi ağlıyor; kapının içinde ben içim parçalanıyor. Kapının dürbününden bakıyorum kimseler görünmüyor. Kapının arkasında beklemeye başladım. Bir ses geldi yukardan, "Eyyyy o çocuğu ne ağlatıp durursunuz!?" Ses, bir üst daireme yeni taşınan yaşlı teyzenin sesiydi. Sevindim, cesaret aldım, hemen kapıyı araladım. Teyze birkaç basamak inmiş trabzanlardan eğilmiş bebeği ağlatanı görmeye çalışıyordu. "Teyze buraya bir poşet bırakmışlar, bebek mi, başka bir şey mi bakmaya cesaret edemedim" diye seslendim. Teyze, "Vay kahrolmayasıcalar vay!" diyerek yavaş yavaş indi geldi. Bu arada çok ilginçtir, sesimizi duyan bebek o çığlık çığlığa ağlamasını kesivermişti.

Sanki başına gelenlerden haberi varmış da, "Beni kurtarın" diye ağlıyormuş gibi. Teyze mermer eşiğin üzerindeki poşeti açtı. İçindeki küçücük bebeği çıkardı. İçeriye getirdi, "Hay Allah’tan korkmazlar, kuldan utanmazlar, hay vicdansızlar!" diye söylenerek, bohçaya benzeyen; eskiden kumaş parçalarını değerlendirmek için annelerimizin yaptığı, şimdilerde ise bir sanat, bir moda olan kırkpareden yapılmış eski bir bez parçasına sarılmış bebeği koltuğun üzerine bıraktı. Kırkpareden yapılmış eski ve kirli bezi açtı. Ben gözyaşlarımı tutamıyordum. Bebek yeni doğmuş, göbeği bile düşmemişti. Üzerinde incecik bir zıbın, altına uyduruk bir bez sarılmış bacakları ayakları çıplak. Ve soğuk mermerin üzerine bırakılmış. O anda, "Belki başından atmak zorunda kaldın, belki bırakmak zorunda kaldın hepsi affedilebilir ama yeni doğmuş bebeğine, üzerindeki bir hırkayı çıkarıp saramadın mı, onu da mı yapamadın?" diye içimden kızdım.
Bebek bir kız çocuğuydu. Simsiyah saçları, kara kara gözleri vardı. Altını değiştirdik, süt içirdik. O arada yanına birisini almış olan eşim, geldi. "Neden içeriye aldın? Anası, babası belli değil. Teyze sen bunu evine götür" diyerek evde istemedi. Kendisi karakola gitti. Teyzeyle birlikte bebeği alıp üst kata çıktık. Teyzenin eşi yaşlı amca, ilkin bebeği benim sandı. "Ooo hoş geldin komşu, bebek hasta mı?" diye sorunca, anlattık. Bebeğin kapıya bırakılmış olduğunu öğrenince yaşlı amca da bebeği evine sokmak istemedi. İşte annelik duygusu buydu, teyzenin ve benim merhametimiz, iki erkeğin davranışı… O arada polisler geldi, bebeği nasıl bulduğumuz hakkında tutanak tuttular, bebeği alıp gittiler. Arkasından bakakaldım. "Kızım yok. Keşke bu kız çocuğunu evlat edinebilsem" diye düşündüm ama söyleyemedim bile. O siyah saçlı, kara gözlü bebeği günlerce rüyamda gördüm. Ben bir-iki saat görmüş olduğum bebek hâlâ aklıma gelirken, doğuran annesi kim bilir neler yaşıyordur.
Annelik sadece annelere has apayrı bir duygu... Annelik duygusunun yanında bütün duyguların anlamları küçülür küçülür bir nokta kalır sadece. AN(NE)… AN ve NE sözcükleri… AN’ların yanında NE’lerin ne anlamı olabilir ki?.. Ya da AN’lar da, NE’ler de anlamsızlaşır aslında.  Sözcüklerin bile ulaşamadığı en yüce, en ulvî, en anlatılmaz duygudur annelik. Belki de o yüzden AN, NE ki anlamında "ANNE" denmiş bu yüce duyguya… Ey anneler! Bütün anneler! Bebeğini kapıya bırakmak zorunda kalan anneler bile! Anneler gününüz kutlu olsun!

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.