Mahiyet-i insaniyedeki merak ve taleb-i hakikat cihetinden gelen nihayetsiz ıstıraptan kurtaracak yalnız tevhid-i Hâlık ve marifet-i İlahiyedir.
 
Bediüzzaman Said Nursi

İnsanı asıl üzen ve yanlış yollara sevk eden istemediği olaylar, kişiler veya sebepler değildir. Asıl insanı ıstıraplara çeken şey karşılaşan bu olayların ardındaki hikmet ve kader elini görememek, olayları tamamen sebeplere bağlamak ve dar bir bakışla nazar edip büyük ve geniş bir hakikati daracık bir kefeye sığıştırmaya çalışmaktır.

Nitekim insan ne zaman hoşuna gitmeyen bir şeyle karşılaşsa hemen isyanvari bir şekilde “niye ben?” “neden beni bulur” “ben ne ettim ki” “bu adil mi” “ne zaman istediğim olacak” “neden olmuyor” gibi soru cephanesiyle saldırmaya hazırlanır. Ve savaş başlar. Ama kiminle bu savaş? “Neden, kime, neye ve niçin bu saldırı?” soruları ihmal edilir. Körü körüne, tahrik olurcasına, akla ve kalbe sağır bir şekilde, tehevvürle tepkiselleşir insan. Bir sor kendine “silahı kime doğrultuyorsun?” “düşmanın kim?” sor bakalım “gücün bu savaşa yeterli mi?” ne yazık ki insan çoktan tutuşmuş, alevlenmiş, savaşa başlamıştır. Bilmez ki savaştığı kendisidir ve silahı kendine doğrultmuştur ve ateş kendini yakmaktadır ve dolayısıyla kaybeden kendisinden başka hiç kimse olmayacaktır.

“Sabır, ilk toslama anındadır.” demişti Peygamberimiz. Evet insan ilk toslama anında afallar sersemleşir, beklide yönünü şaşırır, duraksar, sendeler hatta belki de düşer, kendi âleminde ciddi sarsıntılar yaşayabilir. Fakat daha kendini toparlayamadan, sersemliğini atmadan, aklını başına almadan, önünü göremeden, ne olduğunu anlayamadan, sakinleşmeden, güçsüz zayıf bir halette bağırsa çağırsa, daha gözü açılmadan oraya buraya saldırsa ne kadar acınacak ve daha da zayıf hale düşer anlarız. İşte insanın da olaylar ve kişiler karşısındaki durumu da genelde böyledir. Zavallı insan hemen amaçsız hedefsiz yöntemsiz zayıf ve akılsız bir şekilde saldırmaya çalışır. İşte sabır tam da bu an da lazımdır.

Öfke, hırs, ihtiras, benlik bu sabrın önüne en önce dikilir ; ardı sıra kanaatsizlik, kabullenememek, tevekkülsüzlük ve teslimiyetsizlik ; ardında insanın acziyet ve fakriyeti ve ardında cahilliği, kimsesizliği gibi sıra sıra dizilmiş düşmanlardan müteşekkil bir ordu vardır insanın karşısında . Aslında bu ordunun en ardında arkasında ise Allah’ı tanımamak vardır ve aslında insan bu orduyu kendi yetiştirmiş ve yine kendi kendine düşman etmiştir. İşte “İnsanın en evvel düşmanı kendisidir.” hakikati böylece kendini ortaya koymaktadır. Zavallı insan cüz’i bir iradesi, küçük bir kudreti, az bir hayatı, sönük bir fikri, aczi ve fakrı, hadsiz emelleri ve arzularıyla bu koca orduya mukabele etmeye çalışır.

Öyleyse insan o isyan kokan sorularına mukabil en evvela o sorularının muhatabını tanımalı ve bilmelidir. Zira muhatabını bilse bütün cevapları alacak, bütün cevaplar O’nda çünkü. O bilinmese bütün soruların muallâkta kalacak ki zaten bütün soruların da O’nu arıyor ve O’nu soruyor.

Bu sorulara bulacağımız cevap, tercihimiz olacaktır. Evet, iki şık var ki insanoğlu bu iki şıktan başımıza gelenler ardındaki hikmetli ve inayetli “kader eli”ni görmek ve ona itimat edip bu itimattan gelen vicdani lezzetti duymaya mukabil görüş alanını “şimdiki zaman”la sınırlayıp “kaderi suçlamak” ile elemli, azaplı, manevi bir cehennemi tercih eder. Evet, “Kaderi tenkid eden başını örse vurur, kırar. Rahmete itiraz eden, rahmetten mahrum kalır.” Çünkü o şikâyetlerimiz “ahh! off!” çekmelerimiz adeta “Allah’tan şikayet etme, onun hükmünü, icraatını, rahmetini beğenmemek” anlamı taşıdığından ve bir nevi isyana teşvik ettiğinden elbette böyle bir insan kendini rahmetten, şefkatten mahrum edecektir. Oysa “Kadere iman eden kederden emin olur.” sırrıyla fikrini inşa eden bir insan her şeyin kaderine müteveccih hareket ettiği ve her şeyin olacağına koştuğu bu hikmetlerle örülü dünyamızda elbette insanın da kendi kaderine koştuğu ve sevkedildiği şuurunda yaşar.
Evet toprağa atılan bir tohumun kaderi ağaç olmaktır, meyve vermektir ve her ağaç müddet-i hayatında sonbaharları fazlalıklardan budandığı ve kış örtüsüyle ölüp baharın yeniden dirildiği gibi dünyaya gelen her insan da kaderi olan “kendine” koşar ve kendine ulaşması için sonbahar ve kış mevsimleri gibi soğuk ama bir o kadar rahmetli olgunlaşma imtihanlarına maruz kalır. Kaderine yani kendine ulaşması için bu şarttır. Zira musibetler bir yol ayrımı gibidir. Sen “kendi yolunu” bu vesile ile tercih edersin, “kendine giden yol”a girersin.

Evet kader insanın ta kendisidir. Kaderin “kendi”ndir ve “kendin” kaderindir ve “kendi” olabilen kaderini gerçekleştirecektir. Kendin olmanın yolu ise kendini tanımaktan geçer, kendini tanımanın yolu da musibetlerden, olaylardan, insanlardan geçiyor. Evet insan bu âlemde yapayalnız olsaydı kendini nasıl tanıyacaktı? Değil kendi kabiliyetlerinin farkına varmak insan insan olduğunu bilebilecek miydi koca alemde yapayalnız olsaydı? Bizi biz yapan, beni “ben” yapan bu âleme verdiğim tepkiler değil midir? İnsanlara ve olaylara verdiğim tepkiler değil midir? İşte musibetler de sana kendini tanıma fırsatı verir. Eğer bu kendini tanıma, olgunlaşma, arınma, kendine yaklaşma fırsatları olan musibetleri ya da hadiseleri ve belki kişileri anlamlandırabilir ve değerlendirebilirsek ben tecrübe etmişim ki bu “kendine tanıma lezzeti” o musibetin elemini tamamen unutturduğu gibi o bütün elemler lezzete inkılap ediyor. Büyük başarıların ve başarılı insanların hepsi buna şahittir ve bunu onaylarlar. Çünkü hangi bir başarı var ki ardında nice müşkülatlar olmasın, ne çok fedakarlığın meyvesi olmasın ? Tarihe ismini kazıyan insanlardan hangisinin ömrü rahatla geçmiş? Hangi yetenekli insan yok ki ömrünün dönüm noktasında zor bir imtihan geçirmiş olmasın? Şaire şiir yazdıran, ressama resim yaptıran nedir? Ne var ki içinde tesadüf var ve neden şimdi bu yazıyı okuyorsun?

İşte “Kendini bilen, Rabbini bilir”in bir sırrı da bu olsa gerektir. Diğer bir manayla da “Rabbini bilen, kendini bilir.” Başka bir manayla acziyetini ve fakriyetini bilen Rabbisinin kudret ve zenginliğini bilir. Cehlini bilen Rabbisinin ilmini anlamaya başlar. Hayatının kısalığını bilen Rabbisinin bekasını bilir. Öyleyse kendini bilen herkes şunu anlamalı ve kendine demeli :

"İhtiyarın cüz'î ise; kendi mâlikinin irade-i külliyesine işini bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlak'ın kudretine itimad et. Hayatın az ise, hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise; ebedî bir ömrün var, merak etme. Fikrin sönük ise; Kur'anın güneşi altına gir, imanın nuruyla bak ki: Yıldız böceği olan fikrin yerine herbir âyet-i Kur'an, birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevab ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor. Hem hadsiz arzuların, makasıdın varsa, onları düşünüp muztarib olma. Onlar bu dünyaya sığışmaz. Onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır." Bediüzzaman Said Nursi

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.