Melâhat KIYAK ÜRKMEZ

    Konya’nın caddelerinde, sokaklarında yürürken İbni Arabi’nin, Ahmed Fakih’in, Hz.Mevlâna’nın, Şems-i Tebrizî’nin, Sadreddin Konevî’nin, Alâeddin Keykubat’ın, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, Mehmet Akif Ersoy’un, Mustafa Kemal’in… daha nice isimlerin buralardan gelip geçtiği zamanları düşünürüm hep. Ve her zaman bu isimlerin her birisini, Konya’nın değişik değişik mekanlarından üçer beşer metrekare ile özdeşleştiririm.
O birkaç metrekare alana çakılı kalmışlar, sanki zihnimdeki yer edindikleri mekanların dışına hiç ayak basmamışlar gibi yanılsamalar hissederim. Bu yanılsamalar bilinçaltıma öylesine yerleşmiş ki, sokaklarda caddelerde yürürken bilinçaltımın gözleri onları arar. Bir aldanma ihtiyacı, kim bilir… Konya’da yaşadıkları anlar çok kısa bir zaman önceymiş gibi, sanki dünmüş gibi, hâlâ sokaklar onların şahidiymiş gibi asılsız duygulara kapılırım.

Sanki Mehmet Akif’i görürüm; Şirin Hanım Çeşmesi’nin sokağı içinde bir evden çıkıyor, camiye gidiyor, Konya halkına vaaz verecek, Milli Mücadele’ye destek isteyen konuşmalarından birisini yapacak.

Form’a doğru yürürken, Konya’ya sürgün gönderilen Şehzade Cem Sultan’ın Köşkü’nü görürüm, Konya Postası Gazetesi’nin olduğu yerde. Köşkün penceresine oturmuş, dalgın dalgın düşünüyor, “Besbelli acılar içinde. Kim bilir acı hikayesini hangi şiirinde dillendiriyor?”

Fazıl Hüsnü Dağlarca’yı görürüm, o trafonun içinde. Sanki oldum olası evi o trafonun içiymiş, evi yıkılıp yerine trafo yapılmamış gibi. Trafonun içinde oturuyor, şiirlerini yazıp gönül telleriyle elektriklemiş, yolluyor dört bir yana.

Hz.Mevlâna, hâlâ Eski Kız Öğretmen Okulu’nun bahçesindeki evinin avlusunda bir o yana bir bu yana koşturuyor, “Cancağızım! Nerelerdesin?” diye ağlıyor. Kerra Hatun çaresiz kocasının peşinde teselli etmeye çalışıyor. Kerra Hatun çok güzel, asil bir kadın. Geçmiş asırlar onu hiç yıpratamamış.

Alâeddin Keykubat’ı görürüm, 2.Kılıçarslan Sarayı’nda. Sarayın büyük ihtişamlı salonuna oturmuş, emirler yağdırıyor, ‘Benden sonra oğlum İzzettin Kılıçarslan veliahdımdır. Bu böyle biline!’ diyor. Sadettin Köpek sinsi sinsi sırıtıyor, ‘Seni, kendi karına öldürtüp, oğlu Gıyaseddin’i yerine geçireceğim, sonra da onu öldürüp şu oturduğun tahta ben oturacağım ey Alâeddin!’ diye şeytani entrikalarını mırıldanıyor.

Şems-i Tebrizî’yi görürüm İplikçi Camii’nin önündeki kaldırımda; kara harmanisini savura savura yürüyor. Dünyayla ilgisini noktalamış. Rabbiyle hemhal içinde. İnsanların laf atmalarını, sataşmalarını, küfürlerini duymuyor bile.

İbn-i Arabi’yi görürüm. Karayolları bahçesinin yanında. Sadreddin Konevi küçük bir çocuk. Önüne diz çökmüş, titreyerek ezberini sağlıyor. Annesi kapının dışında. Yüreği parça parça, oğluna kıyamıyor ama kocasına saygı, minnet duyuyor.

Atatürk Evi’nin önünden yürürken Atatürk’ü görüyorum. Tebdili kıyafete girmiş olsa da hemen tanıyorum. Son basamağa adımını attığı sırada yakasından yapışıyorum, “Söyle bana, bazılarının ilâhlaştırdığı gibi bir ilâh mısın, bazılarının yerin dibine batırdığı gibi bir dinsiz misin?” diyorum. Mavi gözleri karanlıkta şimşek şimşek çakıyor. ”Çocuk!” diyor. Korkuyorum cesaretimden. Yakasındaki ellerim titreyerek çözülüyor. “Ne ilâhım ne dinsiz” diyor. Ve yürüyor. Rüzgârında savruluyorum. Ekseninden kurtulamıyorum. Peşinden yürüyorum. Mevlâna Türbesi’ne gidiyor. Tan ağarana kadar Kur’an-ı Kerim okuyor. Hafız olduğunu o zaman anlıyorum. Gidip ellerini öpmek istiyorum. Korkuyorum.

Hoca Fakih yolunda yürüyorum. Ahmed Fakih daha yeni, dağdan inmiş. Çevresini saranlar, “Nerelerdeydin?” diyorlar. “Seni çok özledik, çok aradık” Ahmed Fakih, “Hocam Sultan-ul Ulema’yı tanıyınca kendimden utandım. Bütün kitaplarımı, şiirlerimi yaktım. Dağa çıktım. Onun Hakk’a yürüdüğünü duyunca dağdan indim” diyor.

A.Hamdi Tanpınar’ı Gazi Lisesi’nin penceresinden bakıyor görüyorum. Kafasında “Beş Şehir” kitabının “Konya” bölümünü yazıyor besbelli.

Yoluma devam ediyorum. “Ey Konya sokakları! Sen kimlerin yaşayan şahidisin! Dile gel! Anlat bütün gördüklerini!” diye haykırıyorum. Konya’yı işgal etmiş ve sonrasında da boşaltmakta olan İtalyan askerleri haykırmamı duyuyor. Dönüp bakıyorlar ama Milli Mücadele kazanılmıştır artık. Arkalarına baka baka gidiyorlar. O sırada Bostan adlı genç yanımda beliriveriyor. “Yürrüüü anca gidersin!” diye bağırıyor. İtalyan askerleri Bostan’ın sesini duyunca enbelli değnek dürtülmüşe dönüyorlar. Gözden kayboluyorlar.

İşte bana, “Sokakta karşılaştık, selam vermeden geçtin” diyen sevgili dostlarım. Neden göremediğimi izah edebildim mi bilmem. Değilse ben sizi görsem selam vermeden geçer miyim hiç. Yine de bakıp da göremediğim, göremeyip de selam veremediğim hepinizden af dilerim. Eyvallah! Yâ! Hû!


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.