Öyle bir mekan düşününüz ki, Yüce Yaratan yeryüzüne gönderdiği ilk kullarını uzun ayrılıktan sonra tekrar kavuşturmak için, özellikle orayı yer seçiyor. Birbirine hasret iki güzide eş, Adem’le Havva bu dağın eteklerinde buluşuyorlar. Orası sevgililer diyarı Arafat… Dünyaya gönderiliş nedenlerimizin beşeri sırrına ermek için kendimizi bulmaya, aslımızı keşfetmeye gittiğimiz kutlu yer.

Davet eden Ev Sahibi’nin sesi ise çok güçlü; “Madden Hac’ca gidip gelmeye muktedirsen, benim için Beytullah’ı ziyaretin sana farzdır.” diye emrediyor. Hira gibi bir yalnızlık mağarasında doğmuş öksüz bir dinin mensupları olan bizler de, kendi Hira’mıza tırmanmak için “Lebbeyk!..” nidalarıyla Hicaz topraklarına koşuyoruz. Adem ve kıymetli eşine hayranlıkla, gıptayla yollara dökülüyoruz. Dünyanın dört bir yanından hem de… İhramdayız artık. Cesedimizi bir müddet terk etmeliyiz. Bedene asla itina yok. Tarak, makas, parfüm bu nedenle yasak. Yapay kokunun her türlüsü yasak bize. Kendimiz olacağız, kendimiz gibi kokacağız. İhtimam sadece ruhumuza olacak. Onu dünya kirinden, isinden, pasından arındırmaya çalışmak ise serbest. Yüreğimizi gözyaşlarımız, dualarımız eşliğinde yıkayacağız.

Bedenle ilgilenmek kadar her türlü hak ihlali, kötülük de yasak. Mübarek bir halenin kuşattığı alemde sadece konuksunuz. Diğer misafirlerin kılına bile dokunamazsınız. Hatta böceklere, karıncalara dahi… Her tür canlıya hakaretin Sevgili Ev Sahibi’mize yapılmış sayılacağının bilinciyle, kendi nefsinizi de haksız yere incitmekten kaçınacaksınız. İşte tam burada kalbim sınırsız bir acıyla burkuluyor. Çünkü, geçen sene Hac görevimi yerine getirmek nasip oldu.  Ben Arafat gecemin çoğunu kendi nefsime zulmederek geçirdiğime inanmışım bir kere. İşte bu nedenle dostlar aylardır mübarek ziyaretimle ilgili birkaç cümle beklerken, ben susmayı tercih ettim. Konuşmakla susmak arası çok ince bir ayar. İnanınız, o ayarı tutturmak bazen bir yazar için ne zor. Fakat bir hakikatin dile getirilmesinin elzem olduğuna da inanmışsanız, ne kadar müşkül olursa olsun konuşmalı insan. Niye mi şimdi konuşuyorum? Çünkü şu an yine bir Arafat zamanı.  Kutsal mekanlar renk, ırk, cinsiyet farkı gözetmeksizin mazlum dualarıyla; “Geldim kapına Yarab. Hizmetindeyim. Emret, yerine getireyim!” diye secdelere kapanan kullarının haykırışıyla coşkulu. Bense şahsıma yapılan kutlu bir daveti hak ettiği biçimde değerlendirememiş bir kulun hüznü içindeyim.

Ta hac seminerlerden itibaren, tüm hacı adaylarına ilk öğretilen şuydu. “Hac çok zahmetli bir görev. Olumsuzluklara daima sabredeceksiniz.”  Orada kaldığım haftalar boyunca şahit oldum ki, Haccetmek kesinlikle meşakkatli yolculuk değil. Harikulade bir zaman diliminde, size asla zor gelmeyecek zikirlerle ziynetlenmiş bir ibadet aslında. Şartlarını yerine getirmeye çalışan insanoğulları için, ruhları huzura ve sükuta eriştirmenin en olağanüstü, en mübarek yolu… Ne demek olumsuzluklara sabretmek? Sabretme tavsiyesiyle, çeşitli organizasyon eksikliklerini, görevlilerin ihmallerini ve ümmetçe kusurlarımızı örtmeye yönlendiriliyormuşuz meğer. Aylardır benim suskun kalmamın nedeni de buydu. Yanlış telkinden etkilenmişim besbelli… Ama sabrımızın en uç noktalarda zorlandığı o günleri, bizlere kimselerin yaşatmaya hakkı yok düşüncesindeyim şu an.  Şikayetler için buruk cümlelere, gücenik kelimelere ihtiyaç vardır. Ama Hac söz konusu olunca hiçbir iman sahibi kalemin, şikayet muhtevalı satırlara imza atmaya hevesli olacaklarını sanmıyorum.

**********

Yıllar önce Hac görevini ifa eden erkek kardeşim Mehmet,  Arafat’tan her söz açılışında fevkalade duygulanır; orada kaldığı gece boyunca kendini çocukluğundan itibaren karşısına alıp, bir yabancı gibi öz ömür muhasebesi yaptığına hayret ederdi. Derdi ki; “Arafat adeta hesap günü provası gibiydi. Sanki ölmeden Ahire adım atmıştım. Üzerimde kefenimle Huzurullahtaydım. O güne kadar ki tüm yaşamımın sorgusuna cevap vermek, hayatımın en gerçek sınavını yüz akıyla başarmak için ter döktüm.”

Kulağımda onun güzel anlatımıyla Arafat’a çıktım. Ama kendimi kardeşim misali karşıma alıp, irdelemek bana nasip olmadı. Ümmetçe zavallılığımıza, tembelliğimize, İslam’a yakışmayan tavır ve alışkanlıklarımızdan hicapla, ağlamaktan başka bir şey yapamadım. Hayat bu! Talihli, talihsiz günler yaşarsınız. Bu talihsizlikler peş peşe yaşamınızın en anlamlı saatlerine hazırlandığınız günlerde başınıza gelebilir.

Oradaki tabloyu sizlere yansıtmaya çalışayım. Binlerce, milyonlarca kişinin bir arada ayakta duaya aynı anda kalkacağı bir vakfe anının gecesindeyiz. Bizlere mihmandarlık yapan Diyanet görevlilerinin basiretsizliği nedeniyle bir kara çadırın içinde kadın erkek iki yüzü aşkın kişi balık istifi yığılmışız. Klimadan, serinletici pervanelerden vazgeçmişiz. Koca çadırda tek ışık, lamba, mum vs yok. Hava karardıktan sonra çoğunluk yatıp uyumaktan başka seçenek bulamamış. Çölün kavurucu sıcağı üstüne, bir de o kadar insanın soluduğu hava nefes almayı güçleştiriyor.  Aramızda minik hacılar da var. Onların bazen ağlama seslerinden başka duyulan yok. Kadınlar ara sıra çadırın bir köşesini kaldırıp, pencere açmaya teşebbüs ediyorlar. Erkekler izin vermiyor. Abdest almaya kalkışırsanız yandınız. Susuz, pislikten asla içine adım atamayacağınız tuvaletler sizi bekliyor. Pislik içindeki mahallerde abdest almaya ihtiyaç duymamak için aç ve susuzluğa kendimi mahkum etmişim. Geceyi yalnız başıma çadır dışında geçirmek; sabaha dek karanlık gökyüzüyle sohbet benim için büyük lüks. Ortamın olumsuzluğu karşısında sadece gözyaşı dökebiliyorum.

Hac vazifesi tüm ibadetlerin kendinde birleştiği bir görev. Tamamen Allah ile kul arasında yaşanması gereken pek çok güzelliği, üçüncü şahısların araya girerek, hacı adaylarına çektirdikleri yapay meşakkatlerle külfete dönüştürmeleri isyanımızı hak eden büyük bir mes’uliyet eksikliğidir. Sabaha dek bana dünyevi kaynaklı gözyaşları döktüren kafile sorumlularını affetmek mümkün değil. Çünkü Müslümanın Rabbi için dökmediği tek damla gözyaşının israf olduğu kanaatindeyim. Düşünüyorum. Hani Arafat Müslümanları birbirine yakınlaştıracak, birbirleriyle kucaklaşmalarını sağlayacak bir toplanma yeriydi. Kongre yeriydi. Hani Müslümanlar elinden, dilinden, her türlü eyleminden yabancıların dahi emin oldukları insanlardı? O halde herkesle çevremde aynı inancı paylaştığım bir platformda neden huzursuzdum?

Görevli hocalara ne zaman en masum şikayetimi dile getirsem ya Kabe önünde aç sefil al vaziyette yatan Afrika’lıları gösteriyor, "Halinize sabredin" diyorlardı. Ya da "O kadar lüks (!) düşkünüyseniz birinci sınıf otellerde kalsaydınız." türünden şikayetinizi dikkate almıyorlardı. Halbuki onların lüks nitelediği şey, mesela Arafat’ta sadece içecek temiz bir su; temiz bir tuvaletti o kadar.  Ve biz yolculuk başlangıcında ödediğimiz yüzlerce doların karşılığını asla almadık. Ne tuhaf. Rabb’in isteğine paraleldi isteklerimiz. Lüks değil, tertemiz banyolu, yataklı vasat bir oda: abdest almamızı kolaylaştıracak tuvalet mahalleri. Ve gece Arafat’ta uyanık kalıp, Kuran okumamızı ya da Müslüman kardeşlerimle ortak yakarışlarımızı, muhabbetimizi, ümmet birliğimizi sağlayacak bir ışık.

Güya kendimizi Allah dostları olarak tarif ediyoruz. Fakat bu kimliğimize  asla yakışmayan bir gerçek var. “Birini incitir miyim?” endişesiyle, çevresindeki insanların yararı için her an nefs teyakkuzunda olmayan, Müslüman olabilir mi? Temizlik yok. Bizler için din, kalplere cıvıl cıvıl aşk fısıldayan bir araç. Ona sürekli Yaratan’ını hatırlatan… İmanda ilk şartın temizlik olduğunu öğreten yüce bir Peygamberin torunlarıyken, arkalarında pislikten dağlar bırakan bir ümmete dahil sayamıyor kendini insan.” Beldemi temiz tutun, necis ayakla girmeyin!” diye emreden Rabb’e bu ihanet niye? İşte kendi Arafat gecem ve gündüzüm hep bu düşünceler içinde, acılar çekerek geçti. Ruhumun Sahibiyle doyasıya hasbihal yapamadım. Kısaca kendime zulmetmekle geçirdim hayatımın en mana yüklü, en önemli gecesini.

************

Ne derler? Fırtınanın şiddeti ne olursa olsun, Mart çok sevdiği denizden asla vazgeçmezmiş. Şu an sorsalar. “Yine aynı sunni meşakkatlerle karşılaşabilirsin. Kabe diyarına gelir misin?” deseler, bir saniye düşünmem. Kanatlanırım Arafat’a…  Bu kez yalnızca Allah için şükür gözyaşları dökmek niyetim. O mübarek mekanda aldığım tek nefesin, ömre bedel zenginlikte olacağından eminim.  Ruhum zaten orada tutsak hala…



Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.