Dışarısı soğuk ve yağmurlu. Pencere önünde yıllardır gurbette yaşayan bir kızımızla çaylarımızı yudumluyoruz. Yaşadığı ülkenin huzur veren yeşilliğini çok özlediğimi söyleyince: ”Ne diyorsunuz? Esas huzur bu mekanlarda, benim yurdumda!..” diyor. İlave ediyor coşkuyla... “Haydi bana derviş şehrimi anlat. Konya’lıları anlat! Rumi Hazreti anlat! Hatta tüm Türkiye’mi anlat!”

O doğduğu şehre kavuşmanın sevinciyle, duygusal çırpındıkça şairini hatırlayamadığım, aklımda kalmış mısralardaki sancıyı yaşıyorum. “Bana bir gece ansızın dağı yazdıran Allah/ Bana karşımda dağ gibi duran dağın dilini anlat!” diyordu ya. Ona kaçırdığı nice güzellikleri anlatmaya Şeb-i Arus Gecemize götürerek başlayayım istiyorum.

Törenin başlangıcında çok heyacanlı olan kızımız, kutlamanın ortalarında adeta suskun. Bilhassa sonlara doğru beklentilerini yitiriyor. Dervişleri zor bekliyor. Hak vermiyor değilim. Düğün dediğin neşeli, bereketli olur. Program ve ortam başından sonuna kadar ağır çekim film kadar bezdirici. Yeryüzünün her yanından gelmiş misafirleri, yalnızca Devlete Başkanlık eden kişi ev sahibi sıfatıyla, kısa bir ‘hoş geldiniz’ konuşmasıyla karşılasa, yeter!..

Ruhların kuraklığı Düğün Gecesine de mi yansımış ne? Çevreme bakıyorum. Protokoldan bile çoğu kişi uyukluyor. Bazıları da turistik bir gösteriyi seyrediyorlar sanki. Konya’lıların da gözü kapalı ki, tören sonrası bu halden kimse şikayetçi değildi. Hakikatte Koca Sultan’ın maneviyatı tüm şehrin üzerine özenle yayılmış gibi… Bu kalabalıklar ta ötelerden sadece onun görkemli türbesini görmeye gelmiyorlar. Ahire göç ettiği günü Şeb-i Arus ilan edenin güzelliğinde, dünyayı seyr özlemiyle buradalar. Bir yüce velinin aşkına, bizzat onun yaşadığı doğada tanıklık etmek için geliyorlar. Sayısız sevgilerin içinde en güzel olanı arayan bir kulun aşkına. Bütün zamanlara, bütün mekanlara hitap edecek bir çığlıkla;

“Sen ruhuma cemre diye damlamadıktan sonra
 Ben bu bedende neyleyim
Aşk da Sen!
Hasret de Sen!
Ben de Sen!”
 diye niyaz eden insanın sözlerini asırlar sonrasında dahi onunla birlikte tekrarlamak için. Aslında bu gelişlerinin amacı, onun hatıralarına saygı yanında, ona özenme, onun gibi bir beşer olabilmenin sırrına erme ve ölümü onun gibi sevinçle karşılayabilmenin ipuçlarını yakalayabilme ümididir. Ama bizler törenlerin İstanbul’da da icra edildiğine kafamızı taktığımız kadar, onların bu ruhi açlığına, ihtiyacına kafa yormaktan aciz mirasyedileriz.

Halbuki Allah Dostu Mevlana Rumi hayatıyla da, yaptığı sema ile de, bir çok fiziki ve uhrevi gerçeği manalandırmış.

Bir
’le bir olma düşüncesinin hazzıyla gönlünü kalemine yoldaş etmiş; mısralarıyla halkına güneş ve etrafında dönen nice yıldızların seyranını anlatmış. Bir gün Konya sokaklarından geçerken, dostu Selahattin Zerkubi’nin çekici altında inleyen altın zerrelerinin sesini işitmiş, duraklamış. Bir müddet sonra bu seslerin cezbesine kapılarak, sokak ortasında dönmeye başlamış. Bu semaya tanık olan Konya taşıyla toprağıyla derviş olup, takılmış Muhterem’in ardına.


 * * * * * *


Biz Konya’lılar yıllardır bu düğün gecelerini kutlarız. Ama bu kutlayışlara ekleyebildiğimiz yeni bir üretkenlik yok. Vizyon yok. Gelen turistlere ille de Hazret’in torunları olduğumuzu göstermek için, şehir girişlerimizde zavallı çamları, ağaçları dönen Mevlevi şemailinde budamayı çok severiz ama. Etli pidemizle övünmek yetmez. Peyniri, kıymayı, sebzeyi harman eder, bu harçla yaptığımız pideye, “Mevlana böreği” deriz, olur biter. Şehri serinleten havuzlarımızın ortasında dahi dönen Mevlevi şeklinde fıskiyelerimiz vardır. Bazı Mevlevi heykelleri akrobotlar gibi birbirlerinin sırtına tırmanmayı pek severler.(!)

Her Aralık günleri başlarında, yerel gazeteler pek çok yazardan istedikleri özel Mevlana konulu yazıları benden de isterler. Farsça bilmeyen, Mesnevi’ye deruni olarak ruhen emek çekmemiş insanların Celalettin Rumi hakkında eser yazıp ortalarda çoğalmalarından bizar olduğum için, kendimin de aynı yanlışı yapma korkusuyla maalesef bu isteklerini kabul etmem mümkün olamıyor. Fakat özde Konya’lıyız ya.. Kalemi her elimize alışta lafı dönderip dolaştırıp, Hz Pir’e teslim etmeyi doğrusu çok severiz. Daha fazla hemşehrilerimi kızdırmadan ben de bu özeleştirimizi yapmaya çalıştığım yazıyı Koca Sultan’a emanet edip, gideyim  derim. Hakk ve hakikatin müstesna mükemmelliğiyle kalınız.

“Bazen diyorum ki: ‘Ne olacak söyle gitsin. Sonra diyorum. ‘Söyleyince ne olacak, sus bitsin!” 


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.
Avatar
Hayrettin Akgol 2014-12-20 08:22:43

susmayin perihan hanim lutfen susmayin,yurt disinda yasayipta bu guzel satirlarinzdan haz alma zevkinden bizleri mahrum etmeyiniz.

Avatar
P.Akçay @Hayrettin Akgol 2014-12-21 04:03:17

vallahi şu bir gerçek ki, konuşmayı yazmaktan çok severim. :) bu nedenle aile içinde ne zaman bir konuda ağzımı açmaya kalksam, tüm çevremdekilerin "susssss" demesine alışmışım da... :)))) ilk defa bana "susmayın" diye sesleniyor hayırlı bir okuyucu. eh! körün istediği bir göz. yaradan vermiş iki göz. bu güzel mesajı alır da hiç susar mıyım?
harikasınız kadim dostum. şükran ve minnetle....