Ankara; sıradan bir Pazar gününün sıra dışı yaşanmasına tanık oluyor. Bir hafta önce yaşanan alçakça patlamanın etkisini en derinden yaşıyor. Bir hafta geçmesine rağmen, her Pazar ana-baba günü olan caddeler, sokak araları Western sinemasının siyah-beyaz görüntüsünü sergiliyor. Rüzgâr, genç kızların saçlarını değil sadece toz bulutlarını uçuruyor. Sevimli sokak hayvanları bile küsmüş, terk etmiş korku kokusu hâkim olan kaldırımları…

Koskoca bir Pazar, başkentin merkezi Kızılay ve Tunalı için bomboş geçiyor. Bir bardak ince belli çay ile iki sohbetin belini kırdığımız mekânlar, kapılarını hiç açmıyor. İşyeri sahipleri, çalışanların yıllık izinlerini kullanmasını istiyor. Alışveriş merkezleri kapatılıyor. Açık olan merkezler de ise bir dükkâna gün boyunca iki kişi geliyor. O da sadece dükkâna girip çıkıyor. Yani koskoca bir Pazar, içinde neşe, gürültü, çocuk sesleriyle dolu olması gerekiyorken, belirsizlikler sarmalına dönüşüyor. Normalde susturulamayan Pazar, ağzından çıt çıkarmayıp kendini yarına bırakıyor.

Pazartesi sabahın ilk ışıklarıyla beraber işe gitmek zorunda olan kişiler, yüzlerindeki ışığı kaybetmiş şekilde yola çıkıyor. İnsanları robotlaştırmak isteyen sermaye düzeni, istediğini almışa benziyor. Sermaye düzeninin istediğini hatırlayın; insanları ekmek parası için çalıştıklarına inandırıp, zengini daha da zenginleştirmek uğruna sabah-akşam, gece-gündüz hizmet etmesi gerekiyor. İstekler aynı istekler ama kişiler aynı değil! Gericilik zırhına bürünmüş, bir önceki güne göre fazlaca yoksullaşan ülke halkı, yenilenen robotlaşma dönemine giriyor. Önceleri azcıkta olsa yüzlerinde tebessüm olan insanlar, kalıplaşmış ifadeler yansıtıyor. Telaş, korku, belirsizlik, endişe duyguları bir kalıp oluşturmuş gibi insanların yüzlerine yerleşiyor. İşyerine gitme zorunluluğuyla dışarı çıkan insan, ölmekten değil, ülkenin kötü siyaseti yüzünden bir hiç uğruna ölmekten korkuyor. Yaşaması gerekenlerin öldüğü, ölmesi gerekenlerin yaşadığı ülkeyi düşünerek, bir saçmalık uğruna ölmekten korkuyor. Caddede duran araçları inceleyip, kaldırım taşlarını sayarcasına odaklanmış şekilde yoluna devam ediyor. Acaba bugün ne olacak diyerek…

Brüksel’de patlama yaşanıyor. Dışişleri Bakanlığından gelen açıklama “ Brüksel’e gitmeyin “ uyarısında oluyor. Üç günde bir Brüksel’e giden halkımız ne yapacak şimdi! İşe giderken Isabelle caddesindeki simitçiden simit ve krem peynir almadan, St. Michel Kilisesinin önündeki parkta kuşlara yem atmadan nasıl yaşayacak? Zorunluluk haricinde evden çıkamayan, Kızılay ve Tunalı gibi Türkiye Başkentinin merkezi olan yere inemeyen halkı Dışişleri Bakanlığı uyarıyor. Belçika’nın Başkenti Brüksel’e gitmeyin. Ne derece ilgililer vatanla, vatandaşla değil mi?

Brüksel’de patlayan bombaya, Türkiye’de sevinen halkı görmek eskisi kadar garipsenmiyor. Bu kişilerin bahaneleri hale hazırda yerini alıyor. Orada PKK çadırı varmış! Orada var da senin ülkende yok mu? Onlara göre IŞİD, terörist eylemler yaptığı ve IŞİD’e karşı cephe alan YPG, YPJ ve PKK gibi örgütler olduğu için çadırlarının bulunması gerekçe gösteriliyor. Brüksel’deki patlamayı gerçekleştirenlerin yine IŞİD olması, çadır sempatizanlığı artmasının önünü açıyor. Düşmanımın düşmanı dostumdur diyebiliyor. Peki, senin dostun hangisi? Düşmanının düşmanını bile düşmanın olmasını sağlamışsan…

Brüksel’de olmayan ama varmış gibi lanse edilen yayın yasağı yalanı ile halkı birbirine kutuplaştıran yandaş yazarların ve bırak siyaseti, doğru dürüst konuşmasını bilmeyen politikacıların, Türkiye’deki patlamaları olağan göstermesine tepki gösteren vatandaş da mı düşman? Bu yazarları, bu politikacıları, bu yandaşları susturmayan hükümeti, suçlayan vatandaş da mı düşman? Halka güven vermek yerine, önlemlerin patlamalara engel olamayacağını söyleyen yetkilileri suçlayan vatandaş da mı düşman? Herkes size değil ama siz herkese düşman gibi olmadı mı?

Sokaklar boş çünkü halk, canlı bombadan ya da tecavüzden kaçıyor. Gerçi bir kere tecavüz olması normal olduğu söyleniyor. Hem de Aile Bakanı tarafından! Kimin ailesi bir kereye olumlu bakar bilinmez ama Bakan bakıyor. Burada bahsi geçen vakfın, adının ilk defa tecavüz olayına karışmadığını, 2008 yılında Çorum şube başkanı olan Din kültürü ve Ahlak bilgisi öğretmeninin, iki kız öğrenciye tecavüz suçlamasıyla dava açıldığını da belirtmek gerekiyor. Bazıları için bir suçun birkaç kez işlenmesi gerekmiyor.

Bir merakı da sormak gerekir. Adı sürekli tecavüz olaylarıyla anılan vakıf, hükümete değil de muhalif kesime ait olsaydı, idam cezası geri getirilmez miydi? Yani sen tecavüz edersen suçlusun ama ben yaparsam haklıyım mı, yoksa bizler zaten bunu yapmaya alışmışız oluşumculuğu mu?

Ayağına giyecek çorabı olmayan halka Brüksel’e gitmeyin diyen Dışişleri Bakanı varken, halkına her an sokağın başındaki bombayla karşılaşabileceğini söyleyen İçişleri Bakanı varken, çocuklara tecavüzü umursamayan tavırla karşılayan Aile Bakanı varken, bunlardan daha önemlisi, sırf oy verdikleri için bir kere de olsun kınamayıp alkış tutan seçmenler varken, şehirlerin terk edilmiş kasabalardan farksız olmasına daha çok rastlayacağız gibi görünüyor.


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.