VENEDİK………


‘’Şişman değil  balıketliyim.’’ dediğimde, karşımdakilerin yüzlerine bir gülümseme mi yerleşiyor, yoksa tamamen benim kuruntum mu bu pek anlamış değilim.

Usta bir gondolier olan oğlum, “Kim sana şişman diyorsa söyle, cezasını vereyim,hem Sophia Loren de tombuldu ’’  der,göz kırparak..
Eh o da böyle diyorsa tamam kabul ediyorum. Adamakıllı tombul, ama mutlu bir kadınım… Akdeniz’e özgü rengim, iri göğüslerim, dalgalı koyu kumral saçlarım, beyazı biraz fazlaca kocaman gözlerim, büyükçe bir ağzım ve her İtalyan gibi yeri geldiğinde en tiz perdeye  uzanabilen sıcacık bir ses tonum var.



 “Buon Giornooo’’….

Bu şehirde işe ya da alışverişe gitmeden ille de bir espresso içerek başlanan bir sabaha uyandım yine. Semtimizin küçük meydanını çevreleyen birkaç dükkânın açılan kepenk sesleri duyuluyor. Tobacco’nun  sahibi Marco’nun, ayağını sürüyerek yürüyen kasap Giovanni ‘ye  tenor notalarıyla seslenişini duyunca , günü karşılamaya hayli geç  kaldığımı fark ediyorum.
Sinyora Gabriela koluna taktığı alışveriş sepetiyle her gün aynı saatte uğradığı barda espressosunu içmiş ve yola koyulmuştu bile..
Tünedikleri çatılarda uyuyan güvercinler de bu seslerle uyanır , mesailerine başlamak üzere San Marco Meydanına doğru uçuşurlar.
Pencereyi açıp serin havayı soluduğumda, günün ilk  saatlerine özgü sessizlik  içinde işine yetişmeye çalışanların arnavut kaldırımında çıkardıkları  topuk sesleri geliyor kulağıma  .

İşlettiğim minik otel, meydana açılan sokağın köşesinde olduğundan , tüm mahalleyi izleyebilecek bir konuma sahiptir. Penceremden bakarken, kendimi Kristof Kolomb’un Santa Maria gemisinin güvertesinde hissederim, özellikle  günün iki saatinde .

Sabah odamı havalandırdığım dakikalar bunlardan biridir;tertemiz ve serin hava hafif hafif ürpertse de ruhuma süzülür ve  her zaman  iyi gelir bana.

Diğeri ise Siesta saatidir. Sokak kedilerinin bile uyuduğu bu dakikalarda, dolaşan  şaşkın turistleri saymak tatlı bir alışkanlığım olmuştur. Hatta kendimce yorumlar yaratırım. Meydan boşsa hafta sonu boş odam olacaktır.Eğer bir-iki kişi bile geziniyorsa doluluk hayalleri kurmaya başlarım.

Yazın o ıslak sıcağında ,ayaklarında flip-flapları ,şortları ve askılı t-shirtleriyle olabildiğince özgür de olsalar onlara acımaktan kendimi alamam..
Tüm İtalya’da saat 12 dendi mi kepenkleri indiririz. Saat 16 ya bir kala bile gitseniz, o bir dakikayı kapıda beklersiniz,açmayız kapıları..

Bugün sabah izlenimlerimi kısa tutmak zorundayım. Dün otelime giriş yapan üç balayı çifti beni fazla etkilemiş olmalı ki, hiç adetim olmadığı halde kahvaltı vereceğim onlara, hem de kendi mutfağımda.
Bu yüzden her günkünden hızlı hareket ederek aşağıya inmeliyim.
Otelimi; genellikle meteliksiz gezginler, macera sevenler ya da  öğrenciler bir gecelik konaklama için seçtiği halde, temizlikten ödün verdiğim görülmemiştir hiç. Ancak kahvaltı verdiğim de görülmemiştir.
Hali vakti yerinde insanlara benzedikleri halde neden otelimi seçtiklerine anlam veremediğimi söyledim açık açık.Onlar da ‘’gece hayatına ve alışverişe para ayırdıklarını ‘’ söylediler,açık açık. Hem seyahat sitesinde  otelimin‘’düzen ve temizliğinin tam puan alması yetermiş onlara. Çiftlerinden ikisinin dilimizi biliyor oluşu mu,  yoksa birbirlerine duydukları aşkın gözlerine yansıması mıydı beni onlara ısındıran bilmiyorum ama sabah kahvaltı verebileceğimi söyleyivermiştim.

Kapısı avluya açılan mutfağımın uzun ahşap masasına servis takımlarımı koyuyordum ki, kızlardan birisi göründü.

‘’Ciaooo !!!’’ diyerek. Yardım etmek ister gibi, yüzüme tüm şirinliğiyle baktı, şaşkınlıkla ona doğru uzattığım tabakları aldı ve masaya yerleştirmeye başladı. Bir yandan da kocasının çok iştahlı olduğunu, şu anda da çok aç olduğunu  anlatıyordu..
Çabucak  su ısıtıcısını ve kahve makinesini çalıştırdım.
Mozzarella, gorgonzala ve onlara farklı gelebilecek birkaç peynir çeşidini daha çıkarıp dilimledim.Aile üretimi özel zeytin yağımı döktüm bir kaseye.Ekmek çeşitleri,ince galetalar  oğlumun arkadaşı Antonio’nun fırınından gelmiş henüz sıcacıklardı. Ben taze fesleğeni  yıkarken o da domatesleri dilimledi.
Pepperoni yerler mi?  omlet yapayım mı dememe kalmadan açlar ordusu mutfağa ayak bastı.
Beni masanın başına oturtan kızlar servisi ele aldı. Çok hoşuma giden bu samimiyetlerine kayıtsız kalamadım..Şaşkınlığım artarak elimle oturmalarını işaret ederek  “Benvenuto, per favore…’’ dedim.

Bir yandan yiyor, bir yandan neşeli kahkahalarımı atarak onlara şehrin gezilecek yerlerini anlatıyordum ki, kızlardan birisi onlara rehberlik etmemi  istedi. Hep beraber tempo tutarak masaya vurmaya başladılar. Ve ben tabii ki, bu gençlere katılmak için can attığımdan değil de(!) o kadar ısrara dayanamadığım için  tekliflerini kabul ettim.
Keyifle ama zaman yitirmemek için aceleyle yenilen  kahvaltının peşi sıra bir yandan konuşmaya devam ederken bir yandan da kendimizi sokağa attık.

Venedik’te  eğer Lido di Jesolo’ da, Mestre’ de ya da adalarda kalmıyorsanız eski şehrin bazı külfetlerine katlanmak zorundasınızdır.Taksi, otobüs,metro yoktur.
Yürümek ,yürümek ve yine  yürümekten geçer  şehri tanımanın yolu. İskeleler arası vaporettoyu kullanmak,  kanalları ise gondolla gezmekten başka şansınız yoktur. Acelesi olanın imdadına da deniz taksileri yetişir. O da ancak Büyük Kanalda pratik olacak bir çözümdür.
Şehrim kanallar ve  köprülerle örülmüştür çünkü. Dışarıya adımınızı attığınızda suların sağınızı solunuzu çevirdiği sokaklar, bir labirentte dolaşıyormuş hissine kapıldığınız yollar erkenden yıkanmış, nem ve rutubet her taraftan sarmıştır sizi… Bir de burnunuza dolan yosun ve küf kokusu…

İster istemez buruşturursunuz yüzünüzü bu çelişkiye..

Su..tertemiz,pırıl pırıl eder ya her şeyi,her yeri..

Su berraktır ya…
Venedik’in kanalları boyunca dolaşırken su size bu hissi vermez.
Yaz sıcağında bile ürpertir sizi sokak araları. Hele ki sabahın bu ilk saatlerinde, güneşin giremediği daracık binaların arasından yürürken yanımdaki  çiftler gibi ya sevgilinize ya da montunuza sarınmak istersiniz...

Biraz önce otelin önündeki küçücük meydanda başınızın üzerinde uçuşan güvercinler, sizden önce gitmiş, San Marco meydanında konuşlanmış ,sizi karşılamak için tören mangası halinde bekleşmektedir sanki…

Nefes nefese vardığımız meydanın ortasına geldiğimizde genç arkadaşlarımın yüzüne bakıyor,   dikkatlerini ilk  çekenin saat kulesi olduğunu fark ediyorum.O muhteşem meydanın , aslan heykelli sütunların ilgi görmemesine şaşırıyorum.
Kulenin tepesine yerleştirilmiş saatin rakamları burç sembolü olarak tasarlanmış, yukarı kısmında ünlü Mori’ler’in dökme bronzdan yapılmış dev boyutlu  heykelleri vardır..Tam  500 yıldır bu saati çalma görevi onlarındır.
Fotoğraf çekerken gülüşmelerinin nedenini merak ettiğimi anlayarak öyküyü açıklamak zorunda kalıyorlar.
Güzel bir İtalyan kadının astronot olan sevgilisine , saatin bir modelini armağan ederek ,’’her akşam saat tam yedide birbirimize el sallayalım dediğini’’ pek safça yaşadığı bu romantizminin karşılık bulduğuna da gönülden inanmış olduğunu anlattılar. Işık hızıyla yol alan uzaylı saat yerel zamanın yarısına bile erişemeyeceğinden, uzayda gezip tozan astronot sevgilinin  geri dönüşünde annesi yaşında bir kadınla evlenmek istemeyeceğini söyleyerek gülmüşlerdi işte..

Yüzlerini meydana döner dönmez , ünlü cafe’lerden dışarıya  yayılmış masa ve sandalyeleri, kemerlerin,sütunların gerisindeki  lüks mağazaları gördüklerinde heyecanla izledikleri saati unutmuşlardı bile.

Uzun,upuzun bir bilet kuyruğunda beklemeyi göze alarak St.Marco Bazilika’sının önünde sıraya girdikleri, Campanile’e çıkıp Venedik manzarasını izleyecekleri  için o cafe’ lerden en sevdiğime  Florian’a  oturup, şerefiye parasını da ödeyerek bir kahve ısmarladım kendime. Ön sıradaki masaların,gelen geçeni izlemek için saatlerce oturan  güruhun işgalinden  korunması adına servise eklenen bu ücret ,belirli aralıklarla özellikle Vivaldi’den eserler çalan müzisyenleri dinlerken, o büyüleyici ortamı solumanıza yardım ettiği için fazla gelmez ehl-i keyf turiste.

1720’den beri Twain’den, Hemingway’e Goethe’den , Proust’a ünlü sanatçıların da benim gibi kahve içmişlikleri vardır bu masalarda..
Hatta Alman besteci Richard Wagner’in, İtalyan meslektaşı  Verdi ile karşılaşmamak  için meydanın diğer yanındaki Caffe Lavena’ya gittiği söylenir hep…
Bazilika’dan çıkıp Tintoretto’nun en güzel resimlerinin bulunduğu Dükler Sarayı’na giderken , gençlerden ikisi gelip hatırımı sordu.Rahatımın yerinde olduğunu söyleyerek teşekkür ederken, Sarayı bir hapishaneye bağlayan Ponte dei Sospiri (iç çekme köprüsü )köprüsünü görmelerini önerdim. Söylentiye göre, bu köprüden geçirilerek hücreye götürülen mahkumların sevgililerini ve de Venedik manzarasını son kez görüp derin bir iç çekişle ayrılış noktasıymış ..
Gençlerden birisi bana dönüp ‘’ oturan sevimli tombul rehber ‘’ diye  bir Kızılderili adı takıverince , mutlu kahkahalarım San Marco meydanını çınlattı..

Dönüşleri, ayaklarını sürüyerek oldu. Barok, Gotik, Rönesans döneminden gelen görsel bombardımana maruz kalan gözleri de ayakları da yorulmuştu.Yanıma oturup birer yorgunluk kahvesi içmek istedi hanımlar… Beyler double esspressolarını yudumlarken , haritalar açıldı masanın üzerine..Görmelerini önerdiğim ve görmek istedikleri her eseri sorarak işaretlediler..Yön tespiti yaptık…Ve bu sıralamada ilk hedef olarak özel bir cam müzesini belirleyerek Rialto Köprüsüne doğru dar sokakları arşınlamaya başladık.
O daracık labirentin içine girdiğimiz an da kızlar eski binaların altlarında, Murano’da üretilen  her boyutta, her renkte, cam objelerin satıldığı küçücük dükkanların etrafa saçtığı ışığın büyüsüne öylesine kapıldılar  ki, kocaları hafiften söylenmeye başladılar.

’’ Sinyoraaas…Hedef saptırmayalım lütfenn…’’

Üç katlı ama daracık bir binaya konserve kutusundaki bezelyeler gibi sıkıya sıkıya yerleştirilmiş   cam eserler , boncuklar, toprak altı amforalar müzeyi oluşturmuş, giriş katı da olağanüstü güzellikteki  el yapımı  benzerlerinin satıldığı bir show rooma dönüştürülmüştü.
(Ne yazık ki sonraki yıllar o müzenin kapanışına, o ışıl ışıl dükkanlarda satılan Murano ürünlerinin yerlerini Çin üretimi ucuz taklitlerine bırakışına tanık olacaktı bu gözler.)
Sonunda Rialto köprüsünün ayağındayız..

Ben köprüyü görebileceğim, güneşten korunaklı bir cafe seçtim yine kendime. Belli ki bu kızlar bu köprüden ve etraflarını saran, kendilerini  bir jungle’da hissedecekleri, rengârenk camların, maskelerin  canlı  atmosferden kolay kurtulamayacaklardı.

Köprünün üzerinden Grand Canal’ın muhteşem görüntüsünü izlerken, fotoğraf çekimlerine poz verirken bana el sallıyorlar, ‘’ seni unutmadık ‘’ diyorlardı.

Saatler sonra yanıma geldiklerinde cıvıldayan kızların neşesine , eşlerinin açlık isyanları eşlik ediyordu. Akşam yemeğinde söz verdiğim gibi Venedik mutfağından en güzel yemekleri tadabilecekleri Giardinetto  da Severino’ya gidecektik. Rezervasyonumuz yapılmıştı.

Bu yüzden onları  yakınında olduğumuz  lezzetli makarnalarıyla ünlü bir aile restoranına götürdüm. Domates,parmesan,fesleğen,sarımsak…  Bizim vazgeçmediğimiz bu  lezzetlerin farklı versiyonlarıyla hazırlanmış soslarla tanıştırdım onları. Seçimleri öyle lezzetliydi ki, parmaklarını yediler neredeyse…

Yolculuğumuz Academia’ya doğru ilerlerken bastonumdan destek alıyordum. Gençler beni sık sık dinlendirmek için çabaladıklarından onlara destek değil köstek olduğumu düşünmeye başlamıştım.
Siesta’mı yapamadığım için üzülmelerini istemediğimden , Academia iskelesinden bir vapurettoyla dönmeye karar verdiğimi söylediğimde ikiletmeden  hemen bir deniz taksisine bindirmelerinden aldığım kararın doğruluğuna ikna oldum.
Akşam yemeği için kararlaştırdığımız saatte otelin lobisinde buluştuğumuzda, günün yorgunluğu yüzlerinden okunuyorsa da  duşlarını alabilecek, hepsi de çok şık olacak kadar vakitli gelmişlerdi demek. 

Oğlumun bizi ‘’ Bon a sera ‘’ diyerek karşıladığı   gondoluna  binerek, onun gür sesiyle söylediği barcarollere eşlik ederek geldiğimiz restoranda yemek ve içki siparişlerimizi vermiş onları dinliyorum..

Accademia’da Bellini’nin, Tintoretto’nun , Titian’ın ,Carpaccio’nun eserlerini  can buldukları topraklarda izlemenin keyfini, karşı kıyıya geçtikleri aynı adlı ahşap-metal karışımı  köprünün güzelliğini anlattılar…Plazza della Signoria ‘daki Botero’nun şişman kadın heykellerinin sevimliliğini   paylaştılar. Plazzo Roma’yı gezdiklerini, 1 numaralı Vapuretto’ya binerek  Grande Canal’ın üzerindeki gondol ve motorların bağlandığı kırmızı-beyaz, mavi-beyaz renkli,diagonal çizgili baston şeker benzeri iskele babalarının neşesini ,Verdi’nin, Kazanova’nın yaşadığı evleri,Gotik üslubu taşıyan sarayları, evleri izlerken nasıl hayaller kurduklarını anlattılar.


‘’Montum… En sevdiğim Jean montum Vapuretto iskelesinde bankın üzerinde kaldı…Off! Ne olacak bu unutkanlığım? ’’ dedi kızlardan en neşeli  olanı. Eşi imalı bir bakış atarak ;
’Fotoğraf çekmelere doysaydın, martıları besleyeceğine iskeleye ilk gelen vaporettoya  binseydin şimdi montun üzerindeydi.’’ dedi, hafif bir sitemle. 

‘’ Pek de üzüldüğümü söyleyemeyeceğim doğrusu…Yeniden görmeyi  arzu ettiğiniz bir yerde size ait herhangi birşey bırakırsanız, çok geçmeden oraya tekrar gidermişisiniz.
Eminim çok yakında yeniden gelip yeniden soluyacağım bu kimisine göre kasvet,küf ve yosun, bana göre aşk kokan bu şehri…’’
diyerek nazlı nazlı sokuldu kocasının omzunun altına…
O da ‘’Kim bilir belki bir dahaki gelişimizi Ocak sonu ya da Şubat başına denk getirebilirsek, dayanamayıp aldığımız Batua ve Punchinella mask’larımızı da değerlendirebiliriz…’’ dedi bıyık altından gülerek…

Geceye  gondol durağının hemen ardındaki Harry’s bar’da devam etmek istediklerini bildiğimden ,  istemeyerek de olsa , son iskelede onlardan ayrılarak oğlumun koluna girdim, otelime, yuvama  odamın huzur dolu sessizliğine  sığındım.
Sevgili Turistlerim ertesi güne zıpkın gibi uyanmışlardı  ama  anlayamadığım, sabaha doğru yattıklarını söyledikleri  halde bu neşeyi nereden bulduklarıydı…

Murano’ya gitmek için bindiğimiz vaporettoda İtalyanca şarkılar söylüyor , rüzgardan uçuşan saçlarını kırmızı kurdeleli hasır gondolier şapkalarıyla terbiye etmeye çalışıyor, bir yandan da omzuma sarılarak kocalarına poz veriyorlardı. Fotoğraf çekmemi istediklerinde makineyi elime tutuşturan kızların duyguları öylesine coşkuluydu ki denizin köpüren dalgalarının heyecanını  bastırıyordu.

Eski cam atölyelerinin, fabrikaların arasında dolaşırken, işçilerinin kuma nasıl nefes verdiklerini  izliyor, ateşin içinde hayat bulan  cam eşyaların görüntüsü karşısında sabırsızca  fotoğraf çekiyor, sorular soruyor, yarın gidip hemen cam atölyesi açacakmış gibi derin bir ilgiyle dinliyorlardı.

O zaman anladım ki benim güzel konuklarım Burano adasını görmekten de mutlu olacaklar, orada onları tanıştırmak istediğim anne tarafımdan kuzenim 82 yaşındaki Rosa’yı , hala keyifle ürettiği incecik dantellerini gördüklerinde de  ellerine bakarak ‘’ Biz de yapabilir miyiz ? ‘’ diyerek aynı ilgiyi gösterecekler.

Gençlik bu demek oluyor… Yeniye duyulan merak, ilgi, heyecan…Oburca öğrenmek isteği taşımak.
Önümde yürürken birbirlerine aşık aşık bakan, kaçamak öpüşler bırakan  gençleri, biraz da bana bu duyguyu anımsattıkları için sevdim galiba.
Bir espresso içmek için adanın içlerine doğru yürürken, yerli halkın önerdiği bir cafeyi seçtik.İstediklerimizi getirdikten sonra , Tiramisu’sunun hatırı sayılır bir lezzeti ve ünü  olduğunu söyleyerek her birimize birer dilim ikram etti  cafe sahibi.
Tadar tatmaz hemen yapım tarifini isteyeceğinden emin olduğum,’’ gülen  kahve şekeri’’ adını taktığım esmer kızım beni yanıltmadı… Malzeme listesi ve de  yapılışı konuşuldu uzun uzun.

Burano ‘ya gitmek için bindiğimiz vapuretto’yu da renklendirmekte gecikmediler  tabii… Amerika’lı turistlere kendilerini İtalyan olarak tanıtıp, görmeleri gereken mekanları adım adım tarif ettiler. O kadar samimiydiler ki, adres alıp verdiler birbirlerine… Sonradan sorduğumda kağıda benim otelin adresini yazdıklarını , bana bir çırpıda milyon $lık   Amerikalı turist  kazandırdıklarını  ,komisyon olarak indirim talep edeceklerini söylerken çapkın çapkın gülüyor, sarılıyorlardı omuzlarıma…
Tahmin ettiğim gibi, kuzenimin parmaklarını öperek kutlayacak kadar hayran oldular dokuduğu dantellere…Ve yıllardır bana bir minik mendil bile hediye etmemiş  bu yaşlı ve cimri kuzenim,  kızların üçüne de birer örtü hediye etti.
Ağzım açık öylece bakakalmış olmalıyım ki, ‘’ gelinliğinin duvağını gece gündüz beraber dokumuştuk …’’ dedi her zamanki lafını esirgemeyen haliyle, ‘’daha ne istiyorsun? ‘’ der gibi bakmıştı bana ..

Ah, unutur muyum? O ne muhteşem duvaktı… Kocamla onun ardından göz göze gelişimiz , heyecandan titreyen  elleriyle açıp saçlarımın gerisine yerleştirişi , alnıma  dudaklarıyla dokunuşu gelip geçti gözlerimin önünden.
Dünyanın dört bir yanında gelinler, yüzlerine  ‘’ Venedik danteli ‘’ bir duvağın katacağı gizemin  hayalini kurarken, ben sevdiğim adamın bir an önce  açması için acele ettiğimi hatırladım gülümseyerek.
Ne yazık ki, her  Burano kadını gibi ben de yıllar boyu her akşam  kocamı pencere önünde beklerken o hayal dantellerden dokudum.
Adanın erkekleri balıkçılık yapar, akşamla geceyi birbirine ekler, sarhoş bir şekilde evlerine dönerlerdi.Sanki babadan oğula geçen bir gelenek gibiydi bu. Birbirinin aynı  biçimleriyle, dip dibe yerleşmiş evlerin renkleri sandallarıyla aynı renge boyanırdı ki, bir karışıklık olmadan buluversinler , karıştırmasınlar diye. Ardında yatan gizli hüzünleri saklamak istercesine  fosfor canlılığında sarı yeşili,  mor pembeyi omuzlar, her biri ışık olur yol gösterirdi evin erkeğine .

Bahar güneşinin yakıverip pembeleştirdiği yüzleri canlı canlı parlasa da  sıcağın etkisiyle hareketleri yavaşlamıştı.  Onlar Venedik’te son gecelerini  birkaç mekanı birden dolaşarak geçirmek istedikleri için,   otele döndüğümüzde odalarına çıkıp biraz uyumak istemişler, ben doğduğum büyüdüğüm mekanları görmenin, deniz havasının enerjisiyle dolmamın etkisiyle  olacak, tam tersi dimdik ayaktaydım…
Mutfağa geçerek  yorgunluklarını, günün sıcağının bunaltıcı etkisini atmalarını sağlayacak   buzlu  Limonçello’lar hazırladım. Odalarına yolladım yardımcımla. Küçük lobime oturarak beklemeye başladım.

Son gece şıklığını üzerlerine yerleştirmiş,dar ve dik  merdivenlerden gülüşerek inmiş, boynuma sarılmışlardı sırayla..Tam da o anda gözlerim neden etrafı bulanık görmeye başladı anlamadım, ama o üç sevimli çıtır, kocalarını kandırıp Şubat ayında, karnaval zamanına   yeniden geleceklerini kulağıma fısıldadıklarında ,  yanağımdaki ıslaklık  gözyaşlarımdı..
Vedamızın ertesi sabaha sarkmasının, otelden ayrılışlarını geciktirebileceğini söyleyen erkekler haklıydı.
 Geceye başlamak için sabırsızlandıkları, tek ayak üstünde bekledikleri halde, karşılıklı teşekkürlerimiz, iyi dilek  ve  sevgi sözcüklerimiz  yarım saat geciktirmişti çıkışlarını.
 ……
Ertesi günü her zamanki gibi erken karşılamama rağmen,  konuklarım tren saatine yetişebilmek için yola çıkmışlardı bile. Onlarla beraber  geçirdiğim üç gün üç yaş gençleşmiştim galiba.
Ve ilk kez yalnızca konuklarımı değil, yüreğimi de onlarla yolladım Napoli’ye  ..
 
 
 

   

       
 
Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.