Televizyon kanallarından birinde, taş plaktan yükselen eski bir dostun tanıdık sesi... Büyük sanatkar Sebilci Hüseyin Efendi ilahi söylüyor. “Güzel aşık cevrimizi çekemezsin demedim mi? / Bu bir rıza lokmasıdır, yiyemezsin demedim mi?”   Rahmetli gazelhanın yanık sesi, beni sevgili babacığımın bizlerle cömertce paylaştığı, renkli gündelik hayatına götürüyor. Onun hayatını uzaklardan hasretle izler gibiyim şimdi. Sebilci Hüseyin bahçemizdeki  devasa ıhlamur ağacının altında yere diz çökmüş, gözlerinden akan o tükenmez yaşları yanaklarına süzülürken devam ediyor...

              “Ne olayım, ne olayım? / Coşkun akan sel olayım. / Seyret beni yol alayım  / İstediğim Hakk'tır benim!“

               O günleri iyi hatırlıyorum.Genellikle bizim evimizdi babamın arkadaşlarıyla toplanma yeri. Değişik kültürlerin sahiplerinin evin büyük salonlarında bir araya gelip, bilhassa Ramazan gecelerine neş’e ve güzellik katmaları benim nezdimde olağanüstüydü. En çok fakir zengin herkesin bir araya geldiği ve annemin hazırlarken daha bir özen gösterdiği iftar sofralarına hayrandım. Sıra sıra masalara serilmiş, bembeyaz örtülerin üzerinde yemekler yenir, ardından toplu namazlar kılınır, misafirler kendi meşreplerince bir güzel hayat sunarlardı. Okunan Kur’an’lar eşliğinde, ilahilerle, şarkılarla, şiirlerle. Sebilci muhteremden başka bu salonlardan kimler geçmemişti ki.. Necip Fazıl ‘lar, Ayhan Songar’lar, Nuri Baş’lar, M.Şevki Eygi'ler, Osman Yüksel Serdengeçti'ler, Mısırlıoğlu Kadir'ler. Dönemin akademisyenleri, yöneticileri, yazarları, bilim ve siyaset adamları. Nur içinde yatsınlar, bugün çoğu Ahire göç etti. Fakat içlerinde biri vardı ki, şüphesiz çocuk kalbimde en büyük yer bu beyefendiye aitti.  Musiki ve edebiyatta tartışılmaz bir yetenek olan Arif Etik Bey. Babam küçük kardeşimin vefatının tesellisini Kur'an  satırları arasında bulmaya çalışırken, onun manevi mimarlığını üstlenmiş onlarca kıymetli dostundan biriydi. Özellikle belirteyim, onsuz toplantılar sanki sönük geçerdi biz çocuklar için. Çünkü kimse onun kadar coşkulu musiki icra edemez gibi gelirdi bize. Her daim tebessüm eden  nezih yüzüne hayrandık. Bizlere büyük adam muamelesi eder, Farsça beyitlerin  veya Fransızca şiirlerin (manalarını hiç anlamadığımız halde) onun dilindeki terennümüne bayılırdık. Babacığım ona olan muhabbetimizi bilir, bir köşede   çocuklarının bu harika insanı dinlemelerine memnuniyetle izin verirdi.

                 Bazen Arif Bey Meram’a has ılık gedavet rüzgarlarının rehavetini bizlere iyice hissettirmek istercesine, Yunus Emre’nin ilahisini değiştirir; "Meram’daki ağaçlarla, rüzgarlarla / Çağırayım Mevlam seni “ diye coşardı aniden. O esintili karanlıkta, petunya çiçeklerinin kokusunda, onun zarif nidalarıyla güzelliklere yolculuk yapmak ne hoştu Rabb'im!.. Ardından, yaşadığım şehir için İçimde sessizce ilgi çekici bir aşk oluşurdu. Sanıyorum Meram Bağları'nı tutku derecesinde ilk o gecelerde sevdim.

 

* * * * *

 

            Onlar!.. Yani babam ve arkadaşları... Mal mülk edinme merakından önce duygularını, fikirlerini hep farklı mecralara yönlendiren muhterem insanlardı. Ben ise nedendir bilinmez, o farklı seslerin bir araya geldiği hoşgörülü  ortamda dünya veya ahire ait sırları arardım. Bazen evin bir köşesine büzülüp, uzaklardan soluksuz onları izlerken, yepyeni dünyaların kapısını aralıyormuşum hissine kapılırdım. Kendime göre keşfettiğimi sandığım o kapının ötesindeki sırların, sonraki hayatımı kesinlikle biçimlendireceğini nereden bilebilirdim?

             Genelde de bu böyle değil midir?. Küçükken başımızdan geçen pek çok olay, bize fark ettirmeden bazen ruhumuza sonsuz derinlik kazandırabilir. Hem de sonradan gördüğümüz hiçbir eğitimin başaramayacağı cinsten. O kazanç ki, gelecekte kendi özümüzü bize öğretir. Karekterimize, alışkanlıklarımıza yön veren kalbi hareketlerimizi, başlangıçta kendimiz dahi fark edemeyiz. Yıllar geçer, sanki bir ses, bir iz gözümüzün önündeki tül perdeyi kaldırıverir. Sonrasında yaşamımızın  zorlu etkilerini düzeltmek için bir sığınak olan anılarımız, tüm canlılığıyla gözümüzün önünde canlanıverir. Öncelikle şuna gönülden inanıyorum ki, her çocuğun hayatına, illa ona yaşamı boyunca yön verecek bir bilge tavır gerekir. Çünkü babamın yaşantısıyla, bizlerin hayatına verdiği yön, ileride çevremizdeki olumsuz olayların trajik etkilerini daha kolay atlatmamızı sağlamıştır çoğu kez. Yine tüm kalbimle tastikliyorum ki, insan  zihninde ona maziden gelen sözcükleri, anıları canlandırırsa üzerinde yaşadığı toprak daha bir anlam kazanır. O toprak uğruna can verenlerin ebedi diriliği kalbinizi ferahlatır. Geçmişle bugünün buluştuğu yerde zaman huzur ve sükunla dost olur. Kan ve gözyaşının hakimiyetindeki şu yeryüzünde, böylesi bir sükuna ne çok ihtiyacımız var her birimizin..

     

                Stefan Zweıg ; “Ancak  hayatımızın unutulmayan anılarının, başkaları için de korunmaya bir değeri olabilir." der. Yaşamımızın değerini bize en doğru ve yalın hatıralarımızın  anlattığını düşündüğüm için, kalbimdeki anı bahçelerinden özenle topladığım bir buket çiçeği sunmak istedim bugün. Minnet ve şükranım sevgili, cömert babacığıma… Ve onun  saygıdeğer, toprak gönüllü bütün dostlarına.  Sebilci Hüseyin efendinin dilindeki  duygulu ezgi ise esir almış bizi, hükmeder ruhumuza .

                “Yoluna terk edip canı / Akıtıp gözümün yaşı / Ah eyleyip dünü günü / İstediğim Haktır benim."

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.