Bir yazarın kalemi hakkında kesin bir karar vermeden önce, onu anlatan bir biyografiyi okumanın önemine inananlardanım. Bu nedenle değerli yazar Hicran Göze’nin hediyesi "Maveradan gelen ses" nazarımda çok kıymetli. Çünkü kitap, eserlerinin hayranı olduğum rahmetli Samiha Ayverdi Hanımefendinin hayatından kesitler sunuyor. Göze, bu ismi kitabına layık görüşünün sebebini şöyle izah ediyor. "Rahmet Kapısı, Ayverdi’nin zor bir seçimden sonra girdiği, huzur bulduğu ocağın kapısıdır. Aslında o Rahmet Kapısı'ndan devamlı bir ses gelir. Yarattığının nelere ihtiyacı olduğunu bilen Yaratıcı’nın sesi… Ayverdi bütün hayatı boyunca bu sesin duyurucusu olmuştur. Nasibi olanlar dinlemiş, alemin ötesinden, dünya perdesinin arkasından gelen sesi. O maveradan gelen sestir!"

İnanç, kişisel olmaktan çıkıp, insanlığa ortak bir güzellik sunumuna dönüştüğünde elbette belli bir estetik de kazanacaktır. Hele yazar, eserinde aşkın sırlarını keşfe dalıp gitmişse. Samiha hanımefendiyi pek çok muharririn kaleminden tanımaya çalıştım. Ama "Maveradan Gelen Ses" kadar  onu bu denli samimi ve yalın bir ifadeyle okuyucusuna tanıtan başka bir biyografiye rastlamadım. Hicran Hanım bu farklılığın ipuçlarını kitabinda veriyor zaten. Ayverdi’nin dünyasına aşina oluşunun faydasını, onun hayatını kaleme alırken gördüğünü anlatıyor. Bir kitabında; "Hatıralar hazinesi, fanilik ve yokluk aleminin hudutlu dar çerçevesi içinde, dönüp dolaşmaya mahkumdur." diyen Ayverdi, bu sözleriyle asıl mühim olanın insanın vücut ve cisim kılıfı içine girmeden üzerine sinmiş olan hatıraların; kısaca ebedi alemden bu dünyaya gelirken taşıdığı izlerin şuurunda olması gerektiğine dikkati çeker.

Kitabın bölümleri arasına, Samiha Hanımın eserlerinden derlenen özlü sözleri, inci taneleri gibi serpiştirilmiş. Mesela, onun anlatımından bir hatıra size. "Küçük Samiha komşu bahçenin bir ağacının meyvesini o kadar merak ediyor ki, bu meyve olgunlaşıp yere düşüyor. Ama el süremiyor ona. Evdekilere bahsetse, büyükleri dışarıdan alıp getirecekler, mahçup olacak. Ayverdi, seneler sonra, o yasak meyvenin adının üvez olduğunu öğreniyor. Hatıralarında; ‘Acaba o gün komşunun meyvesini çalıp, yeseydim, zevkim bugünkünden fazla mı olacaktı? Bu komşunun hududunu geçme pasaportumuzu tasdik eden anamın, babamın kafamıza armağan ettikleri büyük emanetti. Bu hususta onların hoşgörürlüğü, hele teşviki olsa idi, pekala da komşunun üvezini yer; hatta toplayan yok ki, nasıl olsa çürüyor diyerek kendimi tezkiye bile ederdim. Haram ile helali, doğru ile eğriyi, güzel ile çirkini okul sıralarına oturmadan öğrenen bir nesil, ne kadar bahtiyardır."

Kitapta Birinci Dünya Savaşında, Samiha Ayverdi’nin ne zor bir çocukluk geçirdiği anlatılıyor. Küçük Samiha, o günlerde dört beş tane hamal çocuğun bir davranışlarını ömrünce unutamaz. Bu çocukların sırtlarında küfeleri, toprağı yaladıklarını görmüş ve şaşırmıştır. Sonra anlamıştır ki, çocuklar toprağa sızmış pekmez artıklarını yalamaktadır. Annesi kendi deyimiyle; "Şu büyük kainatın, küçük adamları olduğumuzu bilenler kafilesinden." Babası ise dürüst ve hayır sahibi bir insan. Ne var ki, kızının iç dünyasına uzak! Baba kız seçtikleri ayrı yollarda yürüyorlar. Birbirlerini incitmekten korkan dilleri saygı ile susmuş. Hayatı lekesiz, pırıl pırıl olan baba, gönlünü istemeden incittiği kızına, birgün hiç beklemediği anda yalvarır. "Beni de senin yoluna al!" diye. Devamını Göze Hanımefendinin kaleminden dinleyelim.

"Kızı koştu ve babasını kucaklarcasına yakalayıp kendine çekti. Ama onunla yarış eden ecel de koşup gelmekte gecikmemişti. Ne ki, yine de yarışı babası kazanmış, zira ecelden evvel fanilikten bakilik yoluna düşmüş; geç de olsa ölümsüzlük dünyasına adım atmıştı. O seslenişin neticesi hayırlı bir evladın babasını selamete erdirişi olmuştur. Acaba genç kız; ‘Daha önce olsaydı.’ diye mi düşünmüştür? Babanın ömür boyu takip ettiği yol, zaten Kur’an ahlakı değil miydi?"  

Bir eserinde şöyle söyleyen bir Ayverdi var karşımızda. " Ne tuhaf! Eskiden insanlar yalnız beşeri keder ve sevinçler için gülüp, ağlamazlardı. O devirlerde ruhani bir zevk yüzünden gözyaşı dökmesini bilen kimseyi bir  ney sesi, bir şiir, bir sema, bir zikir de çoşturur, ağlatırdı. Ama bu gözyaşında gülmenin zevkinden daha üstün bir haz, bir sürur ve bir şevk vardı."

* * * * *

Ayverdi, kendisini tanımaktan onur duyduğum özel bir kalem sahibiydi. Rabbim rahmet eylesin. Yıllar önce bu hanımefendiye ait kitapların, kütüphanemden kayboluşlarındaki esrar aklıma geliyor da. Meğer onu başörtülü olmadığı gerekçesiyle, imani duygularında samimiyetsiz (!) bulanlar da varmış. Evime misafir gelen o kişiler  tarafından benden izinsiz alınmış kitaplar ve sessizce evimin dışında imha edilmişler. Benim inancıma zarar (!) vermesinler diye. Eskazara bu olayı sonradan duyduğumda, sevgili kitaplarımın meçhul akibetini öğrendiğime sevinmiştim. Ama doğrusu kitap telef edecek kadar korkunç bir hoşgörüsüzlüğe sahip, bu zihniyetteki  insanlarla  bir daha asla görüşmeye  de cesaret edemedim. Söyleyiniz! Hicran Göze’lerin, Samiha Ayverdi’lerin yazdıkları eserlerini, o saygıdeğer kalemlerini nasıl görmezden gelebilir insan? Onları yok saymanın cezasını yeryüzü kaldırabilir mi?

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.