Onu ilk gördüğüm an, yüzündeki derin çizgiler sebebiyle hayli yaşlı ve yorgun biri izlenimine kapılmıştım. Eserlerinin adını kitaplığımızda göre göre ezberlediğim insan, evimizin salonunda bir sandalyeye oturmuş, namaz hazırlıkları yapıyordu. Babam; “Şiirlerini severek ezberlediğin Necip Fazıl Kısakürek Usta bu bey işte!” dedi. Üzerinde gür sakalıyla uyumlu, bembeyaz ayakkabıları olduğunu hatırlıyorum.

Konya’ya gelirken, yanında ona eşlik eden dostları yandaki salonda Üstad’ın kaleminin kuvvetinden bahsediyor, sohbet aralarında da şiirlerinden okuyorlardı. O sıralar liseye yeni başlamıştım. Kızların bebek oynadığı yaşlarda dahi elimden kalem, kağıt hiç düşmediği için rahmetli büyük babamın beni ‘yazar hanım’ diye çağırmasına alışmışım. Hasılı kendimi o evde şairlerin sultanı kabul edilen bir gönül sahibine, en yakın kişi addediyorum.  Ama bir yandan da kalem nasıl kuvvetli olabilir? Bu hakikatin sırrını çözmek için beynimi zorluyorum.  Sonrasında Üstad’a, konferans yapacağı sinema salonuna kadar eşlik etmek maksadıyla, evimizin önündeki Meram Caddesi’ne onlarca hayranı birikince, bu kalabalığın kesinlikle kalem kuvvetiyle bir bağlantısı olduğuna hükmetmiştim.

Secde borcunu ifa eden Necip Fazıl, sevenlerinin gürültülü tezahüratları arasında bahçemizde kısa bir konuşma yaptı. O yorgun zannettiğim ihtiyar, hitap ederken birden dirilmiş, gençleşmiş gibiydi. Yaşından beklenmeyen çevik adımlarla arabaya bindi. İşte o anda hala yıllardır unutamadığım bir hadiseye şahit oldu orada bulunan herkes. Üstad’ımın içinde bulunduğu kırmızı arabamızın gençlerin elleri üzerinde havaya kaldırıldığını görmek inanılmazdı. Hem de yüksek sesli slagonlar eşliğinde. Heyecandan yüreğim duracak sanmıştım. Artık Fazıl Rahmetlinin yaşlı yüzündeki onurlu ifade mi, yoksa ona Konya’lı gençlerin gösterdiği muhteşem ilgi mi beni kalemle daha fazla yoldaş etmeye teşvik etti? Bu yaşıma geldim. Hala anlayabilmiş değilim.

* * * * *

O Necip Fazıl ki, Tek Hakikat Sahibi’ne çilelerle yoğrulmuş ömrünü hediye edendi. Güneşin doğup battığı yerlere sahip olmaya asla çaba harcamadı. Ama bir nesil, imani kurtuluşunu o insana borçlu. Onun; ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!’ haykırışına. ‘Yüzüstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!’ diye yalvaran çığlığına.

Önceleri; “Zindan iki hece, Mehmet’im lafta/ Baba katiliyle baban aynı safta.” diyerek, oğlu Mehmet’in şahsında, milletine içini dökerken; sonraları  gördüğü zulümlerden memnun Rabb’ine seslenir. ”Yarab!.. Sadece senin dininden, hak olan yolundan, tek olan kapından nefret ettikleri için nefret edilmek, bana ne muazzam payedir.

Yaşanmadan söylenmiş her söz, cansız bir edebiyattan öteye gidemez. Bu nedenle, aslında daha rahatını yaşamaya imkanı varken, çilekeş bir hayata talip olmuş bir insanın kaleminden çıkan ‘Çile’  kadar ne etkili olabilir? Geriye dönüp, bizim zamanımızın gençliğine bakıyorum da… Çölde susuzluktan perişan haldeyken, Necip Fazıl rahmetlinin şiir vahasında ruhlarımız soluk almış da, o yaşlarda farkına varamamışız gibi geliyor. Bu büyük şairimizi daha iyi anlayabilmemiz için, onun gibi çilekeş bir ömür tüketiminin sonlarına doğru yürümemiz gerekmiş meğer…

Hangimiz; “Yarın elbet bizim, elbet bizimdir./ Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir.” ümidinden nasibimizi almadık ki? Ya da; “Taş merdivenler gibi aşınmış ayaklardan/ Secde yerine çarpa çarpa alnım aşınsa/ Göklerin kamçısıyla yediğim dayaklardan/ Erisem de tabutum, boşmuş gibi taşınsa.’  mısralarından bir nebze ışık kapmadık ki?

Şu satırlar onun; “Doğrusunu söylemek gerekirse, ölüm karşısında hususi bir tavrı olmayan sanatkarın, büyük bir mimara nispetle adi bir badanacıdan farkı yoktur. Bütün dünya nimetlerinin boşluğu, aldatıcılığı, faniliği ve boş olmayan, aldatmayanı, ebedi olanı ihtar edişi. İşte cins kafaların biricik akidesi. Ve işte topyekün fikir ve edebiyatın gerçek zemini… Bu zemine çıkmamış insanlara inanmıyoruz.

Hazretin gözünde bu dünya sefildi. Bu düşünceyle insanlara, nefis edebi tarzıyla ölümün unutulmuş güzelliğini yeniden hatırlatmıştır. “Ticaretin tüm ziyan diye bir ses rüyada/ Mezarına birlikte gidecek şeyi kazan/ Seni gözleyen eşya, bit pazarı dünyada/ Patiska kefen, çürük teneşir, isli kazan.”

“Ne görsem ötesinde hasret çektiğim diyar/ Kavuşmak nasıl olmaz, madem ki ayrılık var?”

Ancak hayatı mezar kapısına kadar görmeyen bir mükemmel edebiyat ustası, surda açtığı mukaddes gedikten geçmeye çalışan binlerce insanı ardında gördüğü halde, gönlü yine de sadece ebediliğin özlemi içindedir. Mısralarındaki Hakk’a teslimiyete bakınız. “Ölüm! O geldi mi ne var korkacak, korkular biter./ Fikir açmaz beyinde kuyu, burgular biter.”

Gözlerim müebbette/ Günü gelir elbette/ Gelir melek nöbette/ Safa geldi, hoş geldi.

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber/ Hiç güzel olmasaydı, ölür müydü Peygamber?

Merhumun kalemi ölüme değil, ardından olabileceklere endişeli. “Son gün olmasın dostum, çelengim, top arabam/ Alıp götürsün beni tam dört inanmış adam!” Ve Ahirinin seherinde, kendisini seven dostlarına son hediyesi; “Cenazeme bando ve çiçek gönderecek makam ve şahıslara uzaklığımız sebebiyle, kimsenin böyle bir zahmete girişmeyeceği malum. Fakat bu hususta bir muziplik zuhur edecek olursa, ne yapılması gerektiği de beni sevenlerce malum. Ç,çekler çamura, bando yüz geri koğuşuna. Cenazemde namazımı kılmayacaklardan hiç kimseyi istemiyorum. Ne de kim olursa olsun kadın ve bilhassa ölü simsarı cinsinden imam. Ve bid’at edici hiçbir şey. Başucumda ne nutuk, ne şamata, ne metin, ne şu, ne bu! Sadece Fatiha ve Kur’an!

Tam Fazıl’ca bir üslup… Tam ona has bir ayrılış, bir veda… Bir Allah divanesini tanımak için, başka sözlerini duymaya ne hacet?

* * * * *

Kuytuda saklanmış bir zaman dilimi. Aklımda sadece ak sakallı, beyaz iskarpinli, yaşına göre oldukça şık giyinmiş bir adam. Bir küçük kıza, hayatının bir döneminde onunla görüşmeyi nasip etmiş kader. Cahil cesaretiyle yanına gidip, ellerini öptükten sonra, diyor ki üstadların üstadına; ”Bana büyükbabam dahi yazar diye sesleniyor. Galiba bir gün ben de sizin gibi yazar olacağım.” Derin sessizlik… Sonra gülüşmeler. Yaşlı adam ise kızın acemiliğini, edepde eksikliğini umursamayacak kadar ciddi ve nezih. Sesi salonda basamak basamak yükselirken gülümsüyor. “Desene, demek ki bir gün aynı trenin yolcusuyuz!”      

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.