“Ye, dua et, sev”… Beğendiğim bir film. Hani şu tekrar tekrar izlenen cinsten. Julia Roberts’ın kendince keşfettikleri sanki senin de arayıp bulamadıkların. İçsel yolculuğunun sonunda bir de Javier Bardem’i buluyor.Siz kendi içinize bir yolculuğa çıksanız sırasıyla neyi bulmak isterdiniz? Önce karşılaşmak istediğiniz şey aslında sizin anahtarınız. Hayata dair kapamış olduğunuz tüm kapıları açan anahtar. Herkes gibi tüm yolculukta kaç yaşında olursanız olun kendinizi bulmak istersiniz. Aslında kim olduğunuzu, gerçekte ne istediğinizi, amacınızı, sevginizi kime vermek istediğinizi… Ben en başta kendimi bulup, her yaştaki beni kucaklamak isterdim. Her hata yaptığımda, üzüldüğümde bu yaşa kadar yapamadığım kendimi kucaklayıp, telkin etmek isterdim. Sanıyor musunuz ki, sadece ailemize, arkadaşlarımıza, eşimize, sevgilimize küsüyoruz, kızıyoruz. Aslında en çok kendimize kötü davranıyoruz. İstemediğimiz pek çok şeyi etrafımıza dayattığımızda ya da yalan söylediğimizde yahut incitecek bir söz söylediğimizde; çoğu kez onları kaybediyoruz. Geri dönüşü olmayacak şekilde hayatımızdan çıkarıyoruz. Ne var ki, bir ömür kendimizle beraberiz. Ve en çok koruyup kollamamız gereken ilişki kendimizle olan ilişkimiz. Fakat biz en çok kendimize kötü davranıyoruz. Acımasızca eleştiriyoruz, hafızamızı unutmaya zorluyoruz, bir başkasına duyduğumuz öfke için kendimizi suçluyoruz, yapmak istemediğimiz şeyleri yapmak zorunda bırakıyoruz. Mecburiyetlerimizi, hatalarımızı, pişmanlıklarımızı bir sırt çantasının içinde biriktirip, sırtımızda taşıyıp duruyoruz. Yokuş yukarı tırmanıyoruz. Zihnimiz, boş kaldığımız her an üşüşüyor, ve bizi kemirmeye başlıyor. Ne kadar harika bir hayatımız olursa olsun, memnuniyetsizliklerimizi bir bir tekrar ediyor. Çünkü bizi nereden vuracağını çok iyi biliyor. Örümcek ağı gibi tüm bu düşünceler örülüyor. Karşı koyamıyoruz. Hiç kimsenin dile getiremeyeceği tüm gerçekler teker teker zihnimiz tarafından yüzümüze vuruluyor. Sonra farketmeden kendimize küsüyoruz. Araya mesafe giriyor. Kendimize olan inancımız yavaştan sarsılıyor. Başkalarının kendimizle ilgili kötü niyetli söylemlerine inanmaya başlıyoruz. Ayağımıza gelen fırsatları sırf inancımızın zayıflığından reddediyoruz. Çok iyi bir şey olduğunda bunu aslında haketmediğimizi düşünüyoruz. Ne kadar acı değil mi? Kendimizi fazlasıyla ihmal ediyoruz.
Filmdeki Liz ise aslında bir yazar. New York’ta yaşıyor. Kötü giden bir evliliği var. Ve bir gün Bali’ye gidiyor. Orada Ketut’la tanışıyor. Ketut öngörüleri yüksek biridir ve yerli halkı iyileştirmeye adamıştır kendini. Ketut Liz’e der ki, “sen kocandan ayrılacaksın, tüm varlığını kaybedeceksin sonra dünyayı gezecek ve buraya geri döneceksin.” Liz sonraki günlerde Ketut’un kehaneti üzerine düşünmeye başlıyor. Kocasıyla ilişkisi sarsıldıkça kendisiyle olan ilişkisi de sarsılıyor. Kendisini sorgulamaya başlıyor, gerçekte ne istediğini arıyor. Sonra bir gece el ayak çekilince tüm çaresizliğiyle “Tanrım” diyor… “Daha önce seninle doğrudan konuşmadığım için çok üzgünüm. Ancak ne yapmam gerektiğini gerçekten bilmiyorum, çok mutsuzum, lütfen bana yardım et, beni duy, yapmam gereken neyse bana söyle ve ben de onu yapayım.” Aslında ne kadar da basit bir konuşma değil mi? Gerçek şu ki, bir insanın dizlerinin üzerine çöküp bu biçimde Allah’a yakarması ve O’ndan yol göstermesini istemesi bu dünyadaki acizliğini kabul etmesi demektir. Sonra elbette ayrılıyorlar. Bir süre sonra Liz bir sabah uyandığında arkadaşına çaresizliğini şu şekilde dile getiriyor; “bu sabah uyandığımda ne hissettiğimi biliyor  musun, hiç, ne aşk ne ışık, ne inanç, ne de başka bir şey, hiç, bu ölümden beter, ben artık böyle biri mi olacağım, eskiden yemek yemeye iştahlı biriydim, yaşamak için, artık onu bile unutuyorum.” Ve önce en basitinden başlıyor yemek yemeyi tekrar sevmek için İtalya’ya gidiyor. Bir süre yeni bir dil öğreniyor, yeni bir hayat yaşıyor ve leziz yemekler yiyor. Sonra Hindistan’a gidiyor. Buradaki bir tapınakta içsel yolculuğunu tamamlıyor, dua ediyor. Kendisini tam olarak bulamasa da, Tanrı’yı buluyor. Son olarak Bali’ye Ketut’un yanına geri dönüyor. Ketut diyor ki “hayat bir denge meselesidir, ne fazla Tanrı ne fazla bencillik, tam ortasında olmalısın.” Liz, Bali’de kendinden vazgeçmeden gerçek sevgiyi nasıl yaşayacağını öğreniyor. Tabii Javier Bardem faktörünü es geçmemek lazım. Filmdeki adıyla Felipe ama ne Felipe… Bir gün Liz Felipe’ye diyor ki, “kendimi sevdiğimi ispatlamam için seni sevdiğimi ispatlamam gerekmiyor.” İşte bu sırada anlıyoruz ki ya da anlamalıyız ki, kendimizi ispatlamaya gelmedik bu dünyaya yolculuğumuzu tamamlamak için buradayız. Başkaları bizim eşlikçilerimiz. Tesadüfen yan koltuğa oturanlar. Biz kendimizi yaşamak için varız. Herkesin istediğini değil, kendi istediklerimizi yaşamak için gelmişiz. Herkesin kesin doğru olarak kabul ettikleri aslında doğru mu bunu anlamak lazım. Başarıların, zenginliklerin, güzelliklerin ardındaki mutsuzlukları göremediğimiz için sahip olamadıklarımıza üzülmek ve sahip olmaya çalışmak bulduğumuzda ise aslında aradığımızın onlar olmadığını görmek bir hayatı hiçe tüketmek değil midir? Burada özne biziz. Biz var oldukça etrafımızdaki herşeyin bir anlamı var.İnsan kendini bulduğun da mutluluğu bulur,buldukça da etrafına dağıtır.Kendini yetiştiren insan faydası olabilendir.Yaşamayı seçeceksin kendin için ve sonra o yaşamda olması gerekenler ile el ele olacaksın,eşin ,ailen arkadaşların dostların ;dahil olmak isteyen herkes.Hangi cümle içinde yer alırsak alalım o cümlenin ya da paragrafın asıl kişisi yalnızca biziz. Kendi halimizde mutluysak; -e hali, -de hali, -den hali de bize mutluluk getirecektir. Anlasanız da anlamasanız da bir gün hayat size bunu anlatacaktır.