AHISKALI KORKUT ANA

Melâhat Kıyak Ürkmez

    Bundan on yıl kadar önceydi. Arkadaşım olan bir tarih öğretmeni, Ahıskalı bir doktor hanımı dinlemem için getirmişti. Adı Güller olan hanımın hikayesini önce nezaketen dinlemeye karar vermiştim. Ancak dinledikçe duygulandım, duygulandıkça yazmaya karar verdim.

    Doktor hanımın anlattığı insan, vefat etmiş olan halasıydı. Sadece bir hala değil, Ahıskalıların Korkut Ana'sıydı... Ahıska toprakları Ruslara bırakılınca, Stalin tarafından Asya steplerine doğru ölüm treniyle, ölüm sürgününe gönderilen binlerce Türk'ten sadece birisiydi...

    Ahıskalı Korkut Ana, 1944 yılında çoluk çocuk, hamile, yaşlı demeden hayvan vagonlarına istiflenircesine doldurulan Türklerin arasında kundakta bir bebekti. Annesi sürgün treninde ölmüş, diğer ölenlerle birlikte bir çukura doldurulmuştu. Babasıyla yapayalnız kalan kundaktaki Korkut Ana Semerkand'da indirilmişti. Bir âlim, aynı zamanda müftü olan babası Mehmet Efendi, kızına, bütün bildiklerini öğretmişti, Ahıskalılara 'öğretmenlik, bilgelik yapsın' diye. Asıl adı Kamer'di ama Ahıskalılar ona bilgeliğinden, akıl hocaları olduğundan dolayı "Korkut Ana" demişlerdi. Her sıkıntılarında ona koşarlar, çocuklarını onun engin, coşkun bilgisine emanet ederlerdi.

    Ahıskalı Korkut Ana öyle bir Ana'ydı ki, Güller Hanım'ı dinledikçe Korkut Ana'nın duruşu, oturuşu, konuşmaları, ruhunda yanan aşklar gözlerimin önünde canlanıyordu.

    Her Ahıskalı gibi duası; "Can bedenden ayrılmadan Ahıska'mı görebilecek miyim? Türkiye'me kavuşabilecek miyim? Ay yıldızlı bayrağımın dalgalanışını bir kerecik olsun seyredebilecek miyim?" olmuştu.

    Göğsünde... Tam kalbinin üzerinde duran bayrağın muhteşem aşkından ruhuna hayat iksiri sinmişti sanki. Gönlünü bu aşka esir etmişti yıllar yılı. Kendini bildi bileli onunla yaşayıp yarlaşıyordu. Vatan aşkı, bayrak aşkı, ecdat aşkı bir de Rüstem'in aşkı... Ulaşılması emek isteyen, kutsal aşklardı her birisi... Azatlık bekleyen esir yürekte biriken, birikirken birbirine kilitlenen, bir türlü dinmeyen, biri dinmeden öbürü coşan, sükûtun çığlıklarında yorgun düşüren aşklar... "Aşka hiç ulaşılamaz mı, hep böyle uzak, imkânsız, koyu mu olur aşklar, hep ayrı ayrı mı kanar?" derdi.

Rahmetli babası öğretmişti aşkları, aşkların kutsallığını... Anlatmıştı ona, soğuk, simsiyah bir Kasım gecesinde, bembeyaz umutların nasıl çiğnendiğini; hayvan vagonlarına, hayvanlar gibi doldurularak ata topraklarından Asya steplerine nasıl sürgün edildiklerini; annesinin bir ay süren 'sürgün treni' yolculuğunda nasıl can verdiğini...

Annesini düşünürdü Korkut Ana. Yüzünü bir kerecik görebilmiş olsaydı, hiç olmazsa bir tanecik resmi bulunsaydı elinde, yüzünü bulabilmek için belirsiz siluetlerin dehlizlerinde didinip durmazdı, çatlatırcasına beynini yormazdı o zaman, yanmazdı böylesine, bir ömür boyu yanmazdı.

Apar topar evlerinden alınıp hayvan vagonlarına bindirilirken, bir resmini almak kimin aklına gelebilirdi ki? Kendisi kundakta bir bebek olmasaydı mutlaka alırdı, düşünürdü annesinin bir resmini almayı, küçücük bir hatırasının bile ekmekten, sudan daha elzem olduğunu düşünürdü... Bundan daha önemli ne olabilirdi ki bir evlat için. Göğsünde hep sakladığı bayrağın içine koyardı annesinin resmini. Bayrak'ta vatan, ana, sevgili değil miydi... İki sevda birbirine yaslanırdı göğsünde, birbirleriyle harmanlanırdı kokuları, bedeninden beynine, beyninden kalbine taşardı. Koklardı bayrakla birlikte, annesinin resmini de...

Hayallerinde bir türlü şekillendiremediği anne resmine gülücükler, bakışlar, tatlı sözler giydirirdi. Dertleşirdi doyasıya, koyardı başını dizlerine, anlatırdı imkânsız aşklarını... Şefkatli okşayışlarında kanatlanırdı, unuturdu bütün acılarını...

Çocukken, genç kızken hatta olgun bir kadın olduğunda bile defalarca aynanın karşısına geçip annesini düşünmüştü; kaşına, gözüne, burnuna, dudaklarına bakar, annesinden bir iz, bir benzerlik arardı. Babası hep derdi, "Tıpkı annene benziyorsun. Saçların tıpkı anneninki gibi bukle bukle gür bir orman, uzun kara kirpiklerinin arasından bakan ışıl ışıl iri mavi gözlerin, pembe kır çiçekleri gibi güldükçe açılan yanakların, kardelenler gibi ak dişlerin..." diye. Belki de bu benzetme sözleri, kızının imkânsız hasretine bir damlacık merhem olabilmek içindi. Kim bilir...

Korkut Ana'yı deliler gibi seven ama Korkut Ana'dan bir karşılık göremeyen Rüstem'in gözü herkesten farklı görüyordu bu güzeli.
 "Ahıskalı bir kız sevdim on beş yaşında
 Tel tel öreklerin arkaya atmış
 Pamuk devşirir Semerkand ovasında
 Dili söylemezden şarkılar düzmüş
 Bülbül gizlenmiş nazik sesinde
 Seher serini eser hep nefesinde
Korkut Ana, karşılık vermese de için için Rüstem'i sever, o sözlerden mutlu olur, içi burkuldu.

DEVAMI HAFTAYA

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.