Büyük Marmara depreminde beni en çok yaralayan şey, bu afetten sonraki ilk günler içinde İstanbul boğazında yapılan lüks tekne yarışlarıydı. Yanlış hatırlamıyorsam buna off-shore yarışmaları deniyordu. Deprem bölgesindeki yüzbinlerce kişi acı içinde, küçücük çadırlarda kıvranırken, zenginler kendi keyiflerinin peşinde serserilik yapmakla meşguldüler. Nedense bu alçaklığı bir türlü unutamıyorum.

    Van dapreminde beni en çok yaralayan şey ise, bir Bakanın “Herkes çadır istiyor!” sözü oldu.

    “Herkes çadır istiyor!”

    Bakan bey, Vanlı kardeşlerimizin çadır istemesinden şikayet ediyordu.

    Deprem olduğunda Van’da ısı eksi 10’lardaydı; çoluk çocuğu ile ortada kalan insanlar başka ne isteyeceklerdi ki!

    Bu haberi gördüğüm gün, 27 Ekim 2011 tarihli Aydınlık Gazetesi’nde Ülkü Demirtepe’nin Hüseyin Hatemi ile yaptığı bir söyleşi yayımlandı. O söyleşide, Hatemi şunları söylüyordu:

    “Devlet Reisi, yönetimi altında bulunan insanların en yoksulunun hayat seviyesi ölçüsünde bir hayat sürebilir. Eğer lükse kaçarsa haddini aşmış olur.”

    Aynı söyleşide, Hz.Ali’nin şu sözleri de yer alıyordu:

    “Ben de Muaviye gibi o güzel yemeklerden yemeyi bilirdim, kasırlarda oturabilirdim. Ama Ali nasıl böyle bir şey yapsın ki! Eğer bir gece o, lüks  yemeklerden tıkabasa yiyerek tok bir karınla sabahlarken, İslam aleminin bir köşesinde bir kişi aç olarak sabahlamış olursa, bu ona utançtır.”

    İnsan ister istemez Libyalı serserilere, kendi Reislerini linç eden Libyalı NATO’cu serserilere gönderilen 300 milyon doları hatırlıyor.

    300 milyon dolar bugünkü kurdan 500 milyon lira yapar ve bu parayla o çadırlardan milyonlarcası yapılır.

    Depremin 5. gününde, bu satırların yazıldığı şu günde bile (27 Ekim 2011) dondurucu soğukla boğuşan, çoluk çocuğu için hâlâ çadır bulamayan insanlar var Van’da!

    Utanç duymamız gereken bir insanlık ayıbı!

    Üşümek, ama bizim gibi küçük burjuvaların alışveriş yaparken birkaç saatliğine üşümesi gibi değil; saatlerce, günlerce üşümek ve bu soğuk ortamda bir de belirsizlikle mücadele etmek insan onuruna yakışmayan bir olgu, bir zulüm!

    Açsınız, susuzsunuz, tuvalet ihtiyacınızı giderecek bir yeriniz yok, ilaçsızsınız, depremin o tarifsiz şokuyla hâlâ korku içindesiniz; ve tüm bu kahrolası şartlar altında bir de sürekli olarak üşüyorsunuz!

    Ve de belki en acısı, belirsizlik içinde çabalıyorsunuz!

    Bu şartların ne kadar süreceğini bilemiyorsunuz çünkü!

    Dayanma gücü bulamıyorsunuz!

    Kahrolası bir zulüm!

    Kahrolası!..

    Büyük depremden yeterli dersleri çıkardığını söyleyen yetkililerin Van’a sadece 25.000 çadır gönderebilmiş olmasının altında, gerektiği kadar çadır üretmenin gayriiktisadiliği yatıyor.

    Kapitalist zihniyet, sadece evleri çökenlerin bir çadıra ihtiyaç duyacağını düşünebiliyor; deprem şokunun yarattığı korku ile evlerine giremeyen, çoluk çocuğunu o dört duvarın arasına sokamayan insan kardeşlerimizin ruh hallerinden haberi bile yok!

    Yok; çünkü bu gayriiktisadi bir davranış!

    Ne diyordu Hatemi:

    “İslam’da devlet reisi en yoksul kimse kadar bir hayat sürebilir.

    Bu söz, kapitalizmle İslam’ın asla bağdaşamayacağının en geçerli kanıtı; çünkü lüks ve şatafat içinde yaşayıp Müslüman olduklarını iddia ederek iktidara gelenler, seri katil ve NATO Terör Örgütü ile kolkola, kapitalist emperyalizme payandalık peşinde ve bunun doğal sonucu olarak ülkedeki yoksullara zulmederken, bir taraftan da -İslam’da savaş esirlerine kötü muamele kesinlikle yasaklanmışken- kendi savaş esiri Başkanlarını linç eden serserilerle yan yana yürümeyi içine sindirebilmekte.

    Kızılay Başkanı, ellerindeki çadır stokunun 40.000 olduğunu söylüyor; peki ya şu -Allah korusun- muhtemel İstanbul depreminde ne yapacaksınız?!.

    40 bin çadır kime yeter!

    Son yıllarda İstanbul’da yüzbinlerce lüks konut yapıyor serbest piyasa, peki Doğuda ve Güneydoğuda neden yapmıyor bu konutları?!.

    Satamaz çünkü!

    Oranın halkı alabildiğine yoksul çünkü!

    Hani serbest piyasa her şeyi hallederdi?!.

    Hani Adam Smith’in o “görünmez el”i bütün sorunları çözerdi?!.

    Güneydoğunun deprem kuşağı üstünde olduğu bilinmiyor mu, bugüne kadar bu konuda bir şeyler yapılması gerekmez miydi?

    Gerekirdi ama bu gayriiktisadiydi; kapitalizmin kalleş ve alçak zihin yapısına uymuyordu!

    İşin bir başka yönü de, kimi Müslüman(!) yazarların, bu felaketi Allah’ın üzerine yıkma çabası.

    İktidarı, sistemi, yani kapitalizmi savunma gayretleri içinde, Allah’a iftira ettiklerinin farkına bile varamıyorlar!

    Kimse “neden deprem oldu!” diye bir infial içinde değil ki!

    Tepki gösterenler, “Devlet nerede, hükümet nerede!” diye soruyorlar; “Allah nerede!” diye değil!

    Allah Kuran’da depremden söz edip insanları yeteri kadar uyarmıyor mu; daha ne bekliyordunuz ki!

    Teselli ve ümit veren tek şey, halkımızın bu felakette yine yekvücut olması, afet bölgesine yardım için çırpınıp durması.

    Eksik olan tek şey, bu fedakâr ve cefakâr milletimizin, tüm bu işlerin bir “sistem” meselesi olduğunu henüz fark edememesi.

    Bir gün bu da olacak inşallah…

    Siz bu satırları okurken, Vandaki kardeşlerimiz sistemin -kaçınılmaz- ihmali nedeniyle soğuktan tir tir titriyorlar!

    Bu alçaklık değilse nedir?!.

     


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.