“Ne olacak bu memleketin hali babalık?”

    Tahta bankın üzerine oturmuş, öylece adalara bakıyordu. Altmışlı yaşlarda olduğunu biliyordum, ama şu anda çok daha yaşlı görünüyordu. Siyah takım elbiseli ihtiyardaki değişim inanılmazdı; yoldan geçerken birçok kez gördüğüm için aşina olduğum o eski tüfek kabadayı görünümlü adam gitmiş, yerine süklüm püklüm biri gelmişti. Bankın diğer ucuna usulca oturduğumda, batmakta olan güneş ihtiyarın yüzüne vurunca gördüm: Ağlıyordu…

    Bir an için ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemedim. Hayatımda ilk kez böyle ağlayan birini görüyordum. Mimikleri ağlayan birinin mimiklerine benzemiyordu; ufku sert bakışlarla süzerken, gözyaşları da kendiliğinden çenesine doğru akıyor, oradan kucağına damlıyordu. Sanırım ağladığının farkında bile değildi.

    Birkaç dakika sessizce oturduktan sonra bir zarf daha atmayı denedim; aklım sıra, ihtiyarı konuşturabilirsem acısı her neyse onu unutur diye umuyordum. Umuyordum, çünkü bu eski tüfeği böyle görmek insanı gerçekten rahatsız ediyordu.

    “Suriye de bugünlerde bayağı azdı değil mi babalık?

    İçine çektiği nefesi sesli biçimde dışarı bırakırken, “Bana mı dedin evlat?” diye sordu. Nihayet ilgisini çekebilmiştim.

    “Suriye diyorum babalık… Son zamanlarda iyice azıttı diyorum.”

    “Kendi iç işleri, kimseyi ilgilendirmez, başının çaresine bakar.”

    Cevap vermişti vermesine ama bu konuyla daha fazla ilgilenmeyi düşünmediği ses tonundan belli oluyordu. Yine de zarf işe yaramıştı; ağlaması durmuştu ihtiyarın.

    “İsrail’e ne dersin babalık?”

    İçini çekerken, “Bunlar çelik çomak evlat!” diye çıkıştı. “Bilinen hikayedir; içeride sıkıştın mı ilgiyi dışarıya çevirmek gerekir. Millet bunu konuşurken, sen de biraz rahatlarsın. Eski numaradır.”

    Cevap veriyordu vermesine ama içinden gelerek konuşmadığı belliydi. Bacak bacak üzerine atıp elini gömlek cebine götürdüğünde hemen çakmağıma davranarak biraz sokuldum yanına.

    “Yak babalık, buyur.”

    O sigaradan çektiği nefesi yere doğru üflerken, ben de bana ikram ettiği sigarayı yakmakla meşguldüm. Bir taraftan da ihtiyarın vücut dilini okumaya çalışıyordum. Ama tüm çabalarıma rağmen, ilgisini tam olarak çekemediğimin farkındaydım.

    Yine de çabalarımın bir nebze de olsa işe yaradığının belirtisi, ihtiyarın ağlamayı kesmesiydi. Artık içini derin derin çekmekle yetiniyordu. Yüzündeki gözyaşlarını cebinden çıkardığı mendille silmiş, gözlerini yine ufka dikmişti. Suadiye’de denizin kıyısında oturuyorduk, güneş batmak üzereydi. Bir taraftan kızıl yakamozlarla dalgalanan denize bakıyor, bir taraftan da ihtiyarın ilgisini nasıl çekerim diye düşünüyordum. Konuşmak istemediğini açıkça ifade ettiği için tereddüt içindeydim, ama herkesin zayıf bir yanı olduğunu bildiğim için son bir zarf atmaya karar verdim:

    İçimi çekerken, “Eh, bölünme anayasasını da yapmaya başladılar babalık!” diye çıkıştım. “Vatan bölündü bölünecek, anadın mı!

    “Orada dur bakalım!” diye çıkıştı. Ses tonu ve mimikleri değişmişti. İlk kez bana doğru hafifçe dönerek gözlerimin içine sertçe bakmaya başladı.

    “Bu millet tarihte emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşını vermiş, bundan da alnının akıyla çıkmış bir millettir!” diye gürledi. “Biz bu vatanı sokakta bulmadık; her karışı şehit kanıyla sulanmış bu toprakları da öyle anayasayla babayasayla kimseye peşkeş çekecek halimiz yok!”

    Zayıf yerini nihayet yakalamış olmanın tatlı telaşı içinde, “İyi de, Anayasa yapmak için kurulan komisyona muhalefet partileri de destek veriyor babalık!” diye hafif yollu çıkıştım.

    “Adamı hasta etme çocuk!” diye gürledi yine. Bu kez tamamen bana dönmüş, çatık kaşlarının altından, gözlerini gözlerime dikmişti. Öyle sert bakıyordu ki, maraza çıkması an meselesi, diye düşünmeye başlamıştım.

    Güneş adaların sağında sulara gömülmüştü ama ufkun kızıllığı hâlâ sürüyordu.

    “Bak sana bir şey söyleyeyim.” diye mırıldandı bu kez. “Vatan” der demez yelkenleri suya indirmiş, konuya balıklama dalmıştı.

    “İsrail, Suriye ve hatta özel yetkili mahkemeler tiyatrosu emperyalizmin direktifleri doğrultusunda gelişiyor. Haklısın yabana atılacak konular değil, her an bir oldu bittiyle karşılaşabiliriz. Ama Vatan meselesi, bölünme meselesi başka şey çocuk!

    “Vatan” derken öyle bir vurgulamıştı ki, yumruğunu o an suratıma patlatacak sanmıştım. Bu konuda alabildiğine hassas olduğu bir kez daha belli olmuştu.

    “Oslo’yu biliyor musun?” diye sordu, hışımla.

    “Bilmez miyim babalık; her şeyin orada kotarıldığını söylüyorlar!”

    “Aferin sana! Bu, bölünme anayasası diye bilinen meselenin de emperyalizm tarafından önümüze dayatıldığının en bariz göstergesi; hatta o oturumu yöneten alçak herif amerikanca konuşuyordu, yani cia ajanıydu deyyus! Öte yandan, haklısın tabii; muhalefet partilerinin bu komisyona üye vermeleri inanılacak gibi değil. Böylece bu kalleş anayasanın meşruiyetine katkıda bulunuyorlar, farkında değiller. Veya daha kötüsü, seri katilin gözünde iktidar alternatifi olduklarını göstermek için böyle bir ihaneti göze alıyorlar. Bunun sonuçlarıyla bir gün o veya bu biçimde karşılaşırlar, hiç merak etme.

    “E, ne olacak babalık?” diye üsteledim. “Göz göre göre bölünüyor muyuz yani?!.”

    Parmakların ucundaki sigarayı denize doğru hırsla fırlatırken, “Sen beni hiç dinlemiyor musun hemşerim?!.” diye bağırdı. “Bu ülkenin vatanseverleri buna izin verir mi sanıyorsun?!.”

    “E, kimsenin bir şey yaptığı yok be babalık; vatanseverlerin çoğu Silivri’de veya Hasdal’da, ötekiler de öylece seyrediyor!

    “Sana öyle geliyor! Vatanseverlerin göstereceği refleksin de bir zamanı var! Biz neler gördük bugüne kadar! Kanla kurulan bu Vatanı parçalamak için kan dökmeyi göze alabiliyorlarsa buyursun alsınlar! Yok öyle yağma!”

    Ayağa kalkarken, “İçini rahat tut!” diye çıkıştı yine. Mimiklerindeki o hüzünlü ifade değişmiş, yerini kararlı ve bir o kadar da sert bir ifade almıştı. “İçini rahat tut. Bu ülkedeki vatanseverlerin cesedini çiğnemeden kimse bu ülkeyi bölemez! Bak göreceksin; bu halk bunlara öyle bir tokat atacak ki, kaçacak delik aramaktan başka çareleri kalmayacak!”

    Caddeye doğru birkaç adım attıktan sonra bana doğru dönerek “İçini rahat tut!” diye bir kez daha uyarmaktan kendini alamadı. “Bu ülkenin vatanseverleri buna izin vermezler çocuk!”

 İşte tam o anda fark ettim: Yürüyüşü ve vücut dili değişmiş, o eski tüfek kabadayı haline bürünmüştü yine. Aynı anda bir şeyi daha anlamakta gecikmedim: O bankta tek başına otururken neden öyle uzun uzun ağladığını hiçbir zaman öğrenemeyecektim.

    İçimi gururla çekerken, insanoğlu işte, diye düşünmekten kendimi alamadım; ne zaman ne yapacağı hiç belli olmuyordu. Ama ihtiyar, “İçini rahat tut!” derken kendinden öylesine emindi ki, herhalde bir bildiği olsa gerekti.

    Nereden hatırladığımı bilmiyorum; kulaklarımda bir anda “Söz konusu olan vatansa, gerisi teferruattır!” sözü çınlamaya başlamıştı.

    İhtiyar, o “teferruat”tan söz ediyor olmalıydı…

   

   

   


Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.