Toplumumuzda hemen her insan, çocukluk yaşlarında ve hatta bıyıklarının tarağa gelmeye başladığı delikanlılık çağlarında bile, aile büyüklerinden terbiye amaçlı azarlayıcı sözlere ve şiddete muhatap olabilir.

Kabul etsek de etmesek de, milletimizin terbiye anlayışı böyledir. Önce; “nush ile uslanmayana” sert sözler söyler, bu şekilde aklını başına toplamayana da köteği basar.

Öte yandan; insan doğası gereği azarı veya gördüğü cismani cezayı hak etmediğini düşünür genelde. Açıkça olmasa bile ceza veren büyüklerine için için öfkelenir. Kimi zaman karşılık verecek kadar da ileri gider. Ne var ki günün birinde çoluk-çocuk sahibi olduğunda kendi gerçeğiyle yüzleşir; Hanya’yı Konya’yı anlar ve ayırt eder. Suçunu veya suçsuzluğunu, niçin azarlandığının ve şiddet gördüğünün daha doğru kavrar.

Biz fakire gelince...

İtiraf etmeliyiz ki; “melek gibi” olmasak da; fazla haşarı, büyüklerine laf çeviren veya huysuz-geçimsiz bir çocuk değildik. Haylazlığımız yaramazlığımız her çocuk kadardı ancak. Dolayısıyla; her çocuk gibi azarlandığımız, büyüklerimizden şefkat tokatları yediğimizi de oldu. Yüzümüzde gül bitmedi ama, diken de çıkmadı.

Ancak; dünyaya gelişimi çifte kurban keserek karşılayan Büyükbabam’ızdan farklı zamanlarda iki tokat yedik ki sormayın gitsin. Sol yanağımıza inen her iki tokat da ayaklarımızı bir anda yerden kesmiş; gözlerimizin önünde gün aydınlığında gökteki bütün yıldızlar yanıp yanıp sönmüştü adeta. Hani çizgi romanlarda Tom Miks veya Çelik Bilek’ten yumruk yiyen kötü adamların tepelerinde yıldızlar döne döne uçuşur ya, işte öyle olmuştuk.

Aklımıza her düştüğünde, aradan geçen yarım yüzyılı aşkın zamana rağmen, hala yüzümüz kızarır, sol anağımızda patlayan tokatın acısından ziyade, bu cezayı hak edecek yanlışları yapmış olmak utandırır bizi.

İlkini Cuma günkü yazımızda anlatmıştık.

İkincisine gelince... Sıcak bir yaz gününün öğlen saatleri. Ve yanılmıyorsak; 8 Temmuz 1965 Perşembe..

Haziran 1965’in son günü Diyarbakır Eğitim Enstitüsü’nden mezun olarak öğretmen olmaya hak kazanmış, toplam 335 lira 85 kuruş tutarındaki ilk maaşımızı da Temmuz’un ilk günü depo tayinimizin yapıldığı Diyarbakır Ali Emiri Ortaokulu’ndan almıştık.

Elimize ilk kez bu kadar çok para geçmişti.

Daha da mühimi; artık ailemize ve yakınlarımıza avuç açmayacak, arkadaşlarımızdan karnımızı doyurabilmek için borç istemeyecek ve girdiğimiz her ortamda adamdan sayılacaktık. Yürüyüşümüz değişmişti 335 lira 85 kuruşu cüzdanımıza ve cebimize koyunca. Duruşumuz, bakışımız, ses tonumuz ve beş senedir iki haftada bir sırtımıza giymek zorunda kaldığımız keten gömlek değişmişti.

Baba ocağımıza, Urfa’ya, Köprübaşı’nda Recep Cesur’un garajına bu duygu ve tavırlarla inmiş; soluğu o güne kadar önenden bile geçmeye cesaret edemediğimiz Yusuf Paşa Camii’nin karşısındaki Bülbül Hasan’ın dükkanının önünde almıştık. Bu bile yetmişti havaya girmemize. Çünkü ailemiz, hatta sokağımızda ve mahallemizde oturanlardan hiçbirimiz Bülbül Hasan’dan alış-veriş yapacak kadar zengin değildik. Sarayönünden sebze-meyve ya da Vezir Hamamı sokağında et almak aile tarihimizde. 

Tezgahtan o günlerin şartlarında mevsime göre turfanda sayılan domates, patlıcan, incir, üzüm ve gözümüze ilişen ne varsa kaç senedir tatmadığımız ne varsa hepsinden birer-ikişer kilo tarttırıp iki fileye toka basa doldurmuş ve evimizin yolunu tutmuştuk.

Eve geldiğimizde; Büyükbabamız hayatın bir köşesinde tek başına oturuyordu. Torununu görür görmez gözleri ışıldadı. Doğrulacakken olduğu yerde put kesti adeta. Bakışları elimizde tuttuğumuz iki filedeydi. Yüzü anında asıldı, kaşlar çatıldı ve doğrulurken:

-Elindekiler ne?” diye sordu.

-Bişe değil baba, birez meyve sebze aldım” diyerek fileleri yere bırakıp eğilerek sağ eline uzandık öpmek ve başımıza koymak için.

İşte ne olduysa o anda oldu. Büyükbabamın nasırlı eli kamçı gibi sol yanağımda patladı o anda. O anda dünya yıkıldı başıma. Kulaklarımda bir yanarağın patlama sesi yükseldi o anda.

“-Meyve sebze almışmış.. Utanmadın mı bunları böyle açıkta getirmeye. Gelip geçene göstere göstere.. Bu ayda komşularımızdan hangisi üzüm-incir tatmıştır!.. Kaçının kazanına patlıcan domates girmiştir!.. Hamilesi var.. hastası var.. çocuğu var.. düşünmedin mi bunları? Bunları görünce nefislerinin nasıl çekeceğini hesap etmedin mi?.. Madem gönlünden geldi, aldın; Bir sepet bulup içine koysaydın, öyle getirseydin ya!.. Öğretmen olmuşsun amma.. adam olamamışsın daha Paşa!.. Sana talebe olacakların vay haline!..”

Elini öptürmedi o gün...

Üç yılı bulan hasretliğe rağmen sarılmadı “Paşa”sının boynuna. Kucaklayıp bağrına basmadı, sarı saçları okşayıp koklamadı; ıslak gözlerini gözlerimize dikip alnımızdan öpmedi.

Dişinden tırnağından arttırarak binbir güçlükle okuttuğu torununun “adam oluşu”nun sevincini yaşayamadı. Mezuniyetini tebrik edemedi. Görev yerini soramadı...

İlk maaşımızdan ve büyük bir hevesle aldığımız sebze ve etle yapılan yemeği ağzına sürmedi. Meyvelere elini uzatmadı.

Düşünüyoruz de, Büyükbabam ve benzerleri bugünleri görselerdi; ne derlerdi ve ne yaparlardı.

Etrafında bir alay meclis üyesi ve partici yandaşı ile sözüm ona yardım paketi dağıtan kaba adamlara ne derlerdi, ne yaparlardı? Bir düşünün hele.

“Yardım kutularının bir yüzüne fotoğrafını bastırıp adını soyadını yazdıran görgüsüzlerin yüzüne tükürlerdi” dediğinizi ve adını mahyalara yazdıran mütekkebiri; “mağrurlanma celalettin senden büyük Cenab-ı Zülcelal” var diye diye tükürükle boğarlardı” dediğinizi duyar gibi oluyoruz.

Yanılıyor muyuz? 

 

 

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.